20.12.2009

EĞİTİMDE CEZA FAKTÖRÜ




Fatih Sultan Mehmed Han’ın babası Sultan İkinci Murad, henüz çocuk yaşta olan oğlu Fatih’in yetişmesi için birçok âlim görevlendirmişti. Fakat şehzade Mehmed yaratılış icabı zeki ve celalli olduğundan, dersten kaçınıyor ve hiçbir muallim onu zabtedemiyordu. Bu sebeple olması gereken şekilde eğitilemiyordu. Sultan İkinci Murad, heybetli ve hiddetli bir muallim olan Molla Gürani’yi bu vazifeye tayin etti ve kendisine bir sopa verdi. Hocaya; oğlu emrini dinlemediği zaman hem kendisini hem de şehzadeyi sopa ile korkutmasını ve kovalamasını, hatta dövmesini emretti. Molla Gürani bir gün şehzadeye bağırınca o da hocayı babasına şikâyet etti. Babası “Olamaz öyle şey!” diye hocaya geldi. Ancak, Molla Gürani şehzadeden önce babasına çıkıştı. Sonunda Sultan Murad; “Oğlum görüyorsun ya, senin yüzünden ben de azarlandım. Okumaktan başka çare yok!” dedi. Şehzade bu hal karşısında okumaktan başka yol bulamadı. Kısa zamanda nice ilimler öğrendi.

Devletin zirvesindeki şahıslar arasında cereyan etmiş olan bu ibret alınması gereken hikâyeden de anlaşılacağı gibi, eğitimin kaliteli olduğu, önem arz ettiği ve işe yaradığı geçmişimizde, veliler çocuklarını “Eti senin, kemiği benim” diyerek hocaya teslim eder; hocalar, saygınlık arz eden otoriteleri ile sokakta ve hatta evde dahi bir ekol olurlar; öğrenciler ise bu iki önemli otoritenin arasında doğru olan yolda yürümek zorunda kalırlardı. Günümüzde ise maalesef, öğrenciyi haklı olarak cezalandıran öğretmene dahi “Çocuğumun psikolojisini bozamazsın” diye çıkışan velilerle; amacı yalnızca ders saatini bir şeylerle doldurmak olan, ders saatleri dışında ise neredeyse öğrencileri ile okey oynayacak aşamaya gelmiş öğretmenlerle ve gerek aileden gerekse okuldan haddinden fazla müsamaha görmesi sebebiyle tembel ve umursamaz hale gelmiş öğrencilerle çok sık bir şekilde karşılaşmaktayız. Bu durum ise eğitimde kalitenin düşüşünün en önemli sebebini oluşturmaktadır.

Günümüzdeki çoğu eğitim uzmanları, okul eğitim kadroları ve aileler, öğrenciye ceza verme konusuna, psikolojik sağlığı bozacağı gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Oysa bu düşünceye sahip olanlar, düşüncelerinde özellikle iki şekilde yanılgı içerisindedirler:

Birincisi şudur ki her türlü davranışın, hak ettiği karşılığı görmesi, psikolojik buhrana sürükleyen değil, tam aksine doğru davranış psikolojisine ulaştıran bir yöntemdir. Nasıl belli davranışlar ödüle layık görülür ve bunları yapanlar ödüllendirilirse, cezaya layık davranışlarda bulunanların ceza görmesi kadar doğal bir durum yoktur. Yani ödül ve ceza, çocuğun doğru ve yanlışı kavramasına en büyük yardımcı ve eğitimci olur. Ancak elbette ki burada çocuğun normal haldeki ruh sağlığının durumu, verilen görevi yerine getirme noktasında engellerinin bulunup bulunmadığı ve hepsinden de önemli olarak mevcut sonuç noktasına gelinme aşamasında çocuğun iyi niyetle hareket edip etmemiş olduğu hususlarının son derece iyi bir şekilde gözden geçirilip, ondan sonra ceza verilip verilmeyeceğine karar vermek ve bu cezanın ne olacağı hususunda da en doğru tercihi yapmak esas olacaktır. Unutulmamalıdır ki, esirgeme mantığı ile çocuğa küçük yaşta ufak tefek cezaları vermekten kaçınmak, onun büyüyünce bunlardan çok daha ağır hayat cezalarıyla karşı karşıya kalmasına sebep olacaktır.

İkincisi ise konunun bilimsel boyutunun yeterince iyi idrak edilememiş olmasıdır. Daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle bir örneği ele alalım: Bize üç gün önce akşam yemeğinde ne yediğimiz sorulacak olsa pek çoğumuz bu soruya doğru cevap veremeyiz. Biraz daha eskilere gidecek olursak bu durumda böyle bir soruya cevap verebilmemiz artık imkânsız olur. Ancak bize hayatımızda başımızdan geçen tehlikeli bir an, bir kaza veya bizi çok mutlu eden ya da şaşırtan bir olayın olup olmadığı sorulacak olsa, uzun yıllar önce yaşamış olsak bile aklımıza gelen pek çok iyi kötü hatıralarımız olur. Üstelik de bu yaşadıklarımızı çoğunlukla en ince ayrıntılarına varıncaya kadar hatırlarız.

Yakın bir geçmişi hatırlayamazken, yıllarca öncesini tüm detaylarıyla hatırlayabiliyor olmamızın mantıklı bir açıklamasının olması gerekir. Bu konuda yapılan ilmi araştırmalar göstermiştir ki; beyinde bilgilerin kalıcı hafızaya geçip geçmeyeceğine “Hipokamp” adı verilen bir ünite karar vermektedir. Hipokamp, yaşananları kaydediyorsa kalıcı hafızaya geçmekte, kaydetmiyorsa çok kısa bir süre sonra silinip gitmektedir. Burada hemen hipokampın hangi durumda kayıt yapıp hangi durumda yapmadığı sorusu akla gelmektedir. İncelemeler, hipokampın da içerisinde bulunduğu “Orta Beyin” bölümünün tüm duyguların merkezi olduğunu ve hipokampın, ancak duygularda bir hareketlenme olması halinde kayda geçmekte ve yaşananları kalıcı hafızaya almakta olduğunu ortaya koymuştur. Kişinin duygularında hiç etkilenme olmamışsa, hipokamp kayıt yapmaya gerek duymamakta ve yaşanan ya da öğrenilenler kısa bir süre sonra silinip gitmektedir.

Bu sebepledir ki öğretmenin ders anlatması esnasında öğrencilere bolca soru sorması ya da görüşlerini alıp derse katılımlarını sağlaması, öğrenciler üzerinde bir heyecan oluşturduğundan, bu duygu hareketlenmesi sonucunda öğrenciler, bilhassa derse katıldıkları o bölümü çok daha iyi bir şekilde hafızalarında tutarlar. İşte yerine ve ölçüsüne göre ceza vermenin gerekliliği de, cezanın endişe ve heyecan duygusu oluşturarak kalıcı hafızayı sağlıyor olması bilimsel gerçeğine dayanmaktadır.

Çoğu eğitim uzmanları ve öğretmenler, cezayla korkutmak yerine ödülle teşvik etmeyi tercih etmek gerektiğini düşünseler de ödül ve ceza kesinlikle aynı sonuca ulaştıracak ve birbiri yerine kullanılabilecek uygulamalar değildir. Ödül teşvik, ceza ise yaptırımdır. Ödül, ödevlerinde normalin üstünde başarı göstermiş olana, normal haldeki psikolojik seviyesini daha yüksek moralli seviyeye ulaştırmak ve aynı yolda devamını sağlanmak amacıyla verilir. Normalin üstünde başarı gösterme arzusunda olmayan öğrenci, zaten ödülü de istemediğinden onun için en güzel ödül, ders çalışmak zorunda ve görevlerini yerine getirmek zorunda kalmamasıdır. Benzeri mantıkla, orta seviyede dahi ders gereklerini yerine getirmemiş ve normalin altında kalmış olan öğrencileri düşünelim. Eğer ceza uygulamaları kalkacak olursa, bu öğrenciler ödül de istemediklerine göre, onları ders gereklerini yapmaya teşvik edecek olan ne olabilir?

Bu soru üzerinde düşünülürse anlaşılır ki, ceza yerine ödülü kullanmak nadiren işe yarasa da ceza yaptırımının yerini tutması mümkün değildir. Ödül alınamaz ise mevcut psikolojik durum korunuyor olduğundan öğrenci için çok önem arz etmeyecektir. Ancak ceza hak edilirse, alınacak ceza sebebiyle öğrencinin, arkadaşları önünde rencide olma ihtimali gibi sebepler, mevcut psikolojik moral seviyesinin düşmesine sebebiyet vereceği için, öğrenciyi okul gereklerini yerine getirmeye mecbur edecektir. Bu da gösterir ki öğrenci için ceza, önemli, gerekli ve geçerli bir müeyyide teşkil etmektedir.

Ailelerimizin daima en doğru davranışı gösterebilmesi, öğretmenlerimizin hiçbir zaman öğrenciye ceza vermek zorunda kalmaması ve öğrencilerimizin de hiçbir zaman cezayı hak edecek pozisyonlarda bulunmaması dileklerimle…

1.12.2009

BİYOLOJİK VİRÜSLERE KARŞI TEKNOLOJİK ÖNLEMLER


Domuz gribi gündemde kalmaya devam ediyor. Hakkında o kadar çok şey yazılıp söylendi ki artık yeter diyecek hale geldik. Ancak dikkat edilirse tüm söylenenler, konunun sadece tıbbi yönden ele alındığını göstermekte. Hassas temizlik, aşı ve vücut direncini artırıcı gıdalar önerilmekte. Oysa bunların haricinde başka etkin önlemler almak da mümkün. Bunlardan bir tanesi de basit teknolojik önlemler. Üstelik sadece griplere karşı ve belirli bir süre için değil, tüm biyolojik virüslere karşı ve her zaman geçerli olan önlemler bunlar. Ne olduklarına değinmeden önce neden ihtiyaç duyulmakta olduğunu anlamaya çalışalım:

Virüs taşıyan bir şahıs düşünelim. Toplu olarak bulunulan bir yere girerken kapı koluna virüsü bulaştırıyor. Yine topluca bulunulan yerde lavabo, tuvalet vs. kullanırken kapı kolu, elektrik anahtarı ve musluk kafalarına aynı şekilde virüs bulaşmış oluyor. Tabi sonrası malum, aynı yerleri kullanan diğer şahıslar da aynı virüsün hışmına uğramış ve artık hasta unvanını almış oluyorlar.

Oysa günümüzde akıllı evlerin dahi inşa edilebilmesi mümkün iken akıllı evler yanında maliyeti sıfır denebilecek olan birkaç teknolojik önlemle her çeşit hastalık virüsünün yayılmasına çok büyük oranda engel olunabilir. Tek yapılması gereken topluca bulunulan yerlerdeki, dezenfektasyonun önem arz ettiği tesislerde sensörlü kapı, musluk ve lamba gibi tesisleri kurmak ve kullanmak. Böylelikle mesela lavaboda el yıkayacak olan kişinin musluğu açıp-kapama, lambayı yakıp-söndürme, kapıyı açıp-kapama gibi eylemleri gerçekleştirmesine gerek olmayacağından bu gibi ortamlarda temiz kimseye virüs bulaşma ihtimali de doğal olarak yok denecek kadar azalmış olacaktır. Ayrıca bu uygulamalarla, suların boşa akmasına ve lambaların gereksiz yanmasına engel olunduğu da dikkate alınırsa, bu tesislerde %50’lere varabilen enerji tasarrufu, konunun son derece olumlu seyreden ekonomik boyutunu oluşturacaktır. Böylelikle söz konusu tesisleri kurmak için yapılan harcama, tesisin sağladığı tasarruf ile amorti edilecek ve sonrasında tasarruf boyutu öne geçecektir.

Tüm bu faydaları dikkate alındığında, söz konusu tesislerin resmi ve özel tüm kurum ve kuruluşlarda kurulup kullanılmasının, çıkarılacak kanunla mecburi hale getirilmesi gerekir.

Sağlıklı ve huzur dolu günler dileğiyle…

20.11.2009

HATIRLANMASI GEREKEN BAZI İSLAMİ ESASLAR



Kur’an-ı Kerim Hucurat Suresi’nde “Mü'minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup-düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah'ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın. Şüphesiz Allah, adil olanları sever. Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat-9,10)” buyrulmaktadır. Kardeş oldukları ifade edilen mü’minlerin tanımına bakacak olursak Mü’minler Kur’an’da “Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. (Enfal-2)” şeklinde tarif edilirken Hadis-i Şerif’te ise "Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden esen olduğu kişidir." (Buharî, iman, 4; Müslim, iman, 64)” ifadesiyle tanımlanmaktadır. Mü’minin özelliklerini ifade eden daha pek çok ayet ve hadisler de vardır.

İslam’da Mü’min bu şekilde tarif edilirken, kararlarını İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an’a göre vermeyenlerin durumu ise Maide Suresi’nin 44, 45, 47. ayetlerinde kafir, zalim ve fasık ünvanlarıyla nitelendirilmektedir.

İslam’da insan öldürmek pek çok ayet ve hadisle haram kılınmış ve haksız yere adam öldürenlere ebedi cehennem cezası reva görülmüştür. İslam’ın müsaade etmediği şekilde adam öldürmek de dahil olmak üzere kula kul tarafından yapılan her türlü haksızlık, “Kul Hakkı” olarak nitelendirilmiş ve Yüce Allah kul hakkını, hakkı çiğnenen kul affetmedikçe kendisinin asla affetmeyeceğini bildirmiştir. Bu durum Yüce Allah’ın sonsuz adaletinin de bir ispatı niteliğindedir.

İslam’da insanlara iyilik yapmak pek çok ayet ve hadislerle emredilirken, iyilikler de dahil olmak üzere yapılan her türlü sosyal faaliyetlerde her şeyden önce adaletin gözetilmesi gerektiği de bildirilmektedir. “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor (Nahl-90)” ayet-i kerimesinde önce adaletin emrediliyor olması kesinlikle rastgele değildir. Bununla beraber Kur’an’ın hiçbir ifadesi ve dizaynı da asla ve asla rastgele olmayıp pek çok anlamlar içerir.

İslam’a göre sosyal yaşantı içerisinde, müspet yani İslam’a uygun olan bir sosyal yaşantı noktasından yine müspet olan bir başka sosyal yaşantıya geçiş yaparken, bu geçiş esnasında müspet olmayan bir yol izlemek de yasaklanmıştır. Örnek vermek gerekirse maddi durumu kötü olan bir mü’min durumum düzelene kadar faiz kullanayım, sonra vazgeçerim mantığı ile hareket edemez. Eğer böyle faaliyetlere müsaade edilmiş olsaydı, maddi sıkıntıları sebebiyle evlenemeyenlere, durumları düzelene kadar sabır göstermeleri, “Evlenme imkanını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar (Nur-33)” ayet-i kerimesi ile emredilmiş olmazdı. Yine benzeri örnekle, ortam düzelene kadar bir başka kula karşı işlenmiş olan kul hakkını ben affedeyim gibisinden bir mantık da asla Yüce İslam’la bağdaşmaz. İslam’da izlenen tüm yollar ve bu yolların her bir aşaması İslam’a uygun olmak zorundadır.

Savaş İslam’ın bir emri olup kime karşı yapılacağı “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez (Bakara-190)” ayetinde belirtilmektedir. Hadis-i Şerif’te ise “Fetihten sonra (Mekke’nin fethinden) artık hicret yoktur; ancak cihad ve niyet vardır (Buhârî, Cihâd, 27; Müslim, İmâre, 85; Ebû Dâvûd, Cihâd, 2)” buyrulmaktadır.

Yine İslam’ın genişçe üzerinde durduğu hususlardan birisi de “Affetmek” konusudur ki Yüce Allah kendisinin, merhametlilerin en merhametlisi olduğunu bildirirken, halife olarak yarattığı insanın da kendisine karşı yapılmış olan haksızlıkları gönlü razı olabildiği ölçüde affetmesini tavsiye etmiş yalnız bu konuda emredici davranmamıştır. Ancak affetmek konusunda dikkat edilmesi gereken ince bir husus vardır ki af olayı bir özür sonucunda gerçekleşebilir. Yani Yüce Allah, kendisine karşı suç işleyeni ancak tevbesi karşılığında affederken insan da benzer şekilde kendisinden özür dileyeni affeder. Kısacası İslam’da af, suçunu kabul eden ve özür dileyen için geçerlidir. Suçunu kabul etmeyen ve özür dilemeyen kimse halen “Zalim” konumunda olup zalimin affı hem mantıksız, hem de İslam’a aykırı olmakla beraber zulmü desteklemek anlamına da gelir. Suçlarını kabul etmiş olmalarına rağmen özür dilemeyen Şeytan, Firavun gibi azılı kafirler asla affedilmemiş ve en büyük cezalara çarptırılmışlardır. Hadis-i Şerif’te “İçinizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirin. Eğer buna gücü yetmezse diliyle (değiştirsin.) Şayet buna da gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin.) Bu da imanın en zayıf halidir (Müslim, K. el-tmun, Bab: 78, Hadis No: 49 / Ebıı Davud, K. es-Stılah, Bab: 24S, Hadis No: K. el-Melahim, Bab: 17, Hadis No: 4340 Tirmizi, K. el-Hlen, Batı: 11, Hadis No: 2172/İbn-i Mace, K. el-Fiten, Bab: 20, Hadis No: 4013.)” buyrularak suç ve zulümlerin engellenme şeklinden bahsedilirken, kul hakkının mevcut olması gibi sebeplerle bu aşamada af konusuna değinilmemiştir. Burada af hususu ancak zulmün ortadan kaldırılması sonrasında zalimin özür dilemesi ve helallik almasıyla gerçekleşebilecektir.

Yüce Allah İslam’ı en iyi şekilde idrak ve ifayı cümlemize nasip eylesin.

18.06.2009

BİR ADIM GERİYE MARŞ

Yıl 1996, aylardan Mart. Yedek Subay olarak yapacak olduğum askerliğimin dört aylık öğrencilik dönemini tamamlamış ve dağıtım iznimi de kullanmıştım. Yedek subaylığa fiilen başlayacağım yer olan Şırnak Silopi’ye gitmek için memleketten yola çıkmak üzereydim ki memleketimiz dışında ikamet eden ve izin kullanmak için memlekette bulunan yakın akrabamızdan bir büyüğümüzle karşılaşmış ve kendisiyle askerlik üzerine kısa bir muhabbette bulunmuştuk. Muhabbetin bir yerinde “Usta birliğinde belki Çavuş da olabilirsin” ifadesini kullanmıştı. Belli ki uzakta bulunması, hakkımızda yeterli bilgiye sahip olamamasına sebep olmuştu. Ancak çok değerli kişiliğe ve nezakete sahip olması sebebiyle ifadesi üzerine bir düzeltme yapmayı uygun bulmamış ve “Nasip, kısmet” diyerek geçiştirmiştim. Söz konusu büyüğümüz bir süre sonra yanlış ifadesinin farkına varmış geride bıraktığım aileme hadiseyi anlatarak bir noktada aslında hiç de incinmemiş olan gönlümü almaya çalışmıştı.

Tabi bundan sonra bu tür hatıralar yaşanmayacak, yaşansa bile büyüğümüzün kullandığı buna benzer ifadeler artık yanlış ve isabetsiz olmayacak, tam tersine tam isabet sağlanmış olacak. Çünkü Yüksek Adalet (!) gereği askerlik “Tek Tip” modeline dönüşüyor. Yedek subaylık ve kısa dönemler hayal oluyor. Daha kestirme bir ifadeyle ilmî değerlere bir darbe daha vuruluyor.

Ülkemizde bugüne kadar ilme zaten hiçbir değer verilmiyordu. Tahsil süresi çok uzun olan eğitim sistemimizde, son yıllarda, hangi mantıkla yapıldığı dahi anlaşılmayacak şekilde bu süre daha da uzatıldı. Fertler en değerli ve verimli olması gereken yıllarını öğrencilikle geçirmekteler. Kısa yoldan hayata atılanlar genç yaşta iş-güç, mal-mülk, ev-bark, çoluk-çocuk sahibi olurlarken, tahsil yolunu tercih edenler hayatlarının en güzel zamanlarını bu yolda harcamakta, eğitim süreleri boyunca sürekli tüketici konumunda bulunmakta, bu süre boyunca sosyal bir düzen kuramamakta, iş garantilerinin sıfır olmasının büyük stresini yaşamaktadırlar. Kısa yoldan hayata atılanlar ekmeklerini taştan çıkarırlarken, tahsil yapanlar ise ilmin manevi itibarı sebebiyle her karşılaştıkları işi yapamamaktadırlar. Bin bir zahmetle buldukları işte ise büyük çaplı sorumlulukları üstlenirlerken düşük kazançlara layık görülmekte ve böylelikle zaten yok denecek kadar düşük olan saygınlıkları daha da zedelenmektedir.

İş dünyalarında çoğu zaman kariyersiz insanların güdümüne girmek zorunda kalan söz konusu mühendisler, doktorlar, öğretmenler ve benzeri nice lisans düzeyi meslek adamları, bundan sonra artık vatanî görevleri esnasında da belki de eğitilmişlikten son derece yoksun kalmış kişilerin güdümüne girecekler ve bu uygulama “Tek Tip Askerlik Adaleti (!)” sebebiyle gerçekleştirilmiş olacak. Bugüne kadar eğitimi sevdirme ve eğitime yönlendirme amaçlarıyla uyguladığımız yöntemlerimizden birisi olan, erkek çocuklarımıza eğitimlerinin sonunda yaşayacakları askerlik uygumla farklılıklarını ifade etme çabalarımız da artık geçersiz bir yöntem haline gelmiş olacak.

Hazin olan şu ki, hem maddi, hem manevi anlamda, gelişmişliğin temel şartı olan ilmî değerlerin, maalesef ayaklar altına alındığı ülkemizde, eğitimin gerçek değerini kavrayabilmiş olan gelişmiş dünya ülkelerini taklit etmekten ve böylelikle onların kölesiymiş gibi yaşamaktan başka çaremiz kalmamaktadır.

26.03.2009

GÖNÜL GÖZÜMÜZ VE GÖNÜL KAPILARIMIZ

Doğuştan görme özürlü olan adam zifiri karanlık bir gece yarısında, özründen dolayı kazanmış olduğu ezbere yol bulabilme yeteneğini kullanarak yürümeye devam ediyordu. Görme derecesi sıfır olduğu halde elinde yanmakta olan bir fener taşımaktaydı. Karşıdan gelmekte olan şahıs ile yüz yüze geldiklerinde, kendisini tanıyan bu şahıs, “Bre kör, sen zaten görmüyorsun ki, o fener ne işine yarayacak” demekten kendini alamamıştı. Bu ifade üzerine görme özürlü adamın cevabı düşündürücüydü: “”Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmezsem de onlar beni görsün ve böylelikle çarpışmamış olalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Yani asıl kör olan ben değilim, sensin.”

“Gönül gözü görmeyen,
Can gözünü neylesin”

demişler ya; hikayede de bu açıkça görülüyor. Denilebilir ki tüm olaylara ve tüm insanlara, sadece sahip olduğumuz vücut gözüyle bakıyor ve maneviyata karşı aslında kör olan bu gözlerle ya gerçekleri göremiyor ya da enteresan yanılgılar içerisine düşüyoruz.

Her insan iç dünyasında koca bir kainat barındırır. Ancak hiç kimse diğer kimselerin iç dünyasını yeterince görüp bilemez. Bunun iki temel sebebi vardır ki birisi başkalarının gönül kapılarını çalmamamız, diğeri ise çalanlara gönül kapımızı aralamamamızdır. Eğer çevremizde bulunanların gönül kapılarını çalmakta ihmalkar olmayıp ve hatta biraz da ısrarcı olabilseydik sevgili Yunus’un,

“Hakk bir gönül verdi bana,
Ha demeden hayran olur”

dediği gibi hayran olmayacağımız bir insan kalmazdı. Böylelikle yine Yunus’un,

“Yunus Emre der: Hoca,
İstersen bin var hacca,
Hepsinden iyice,
Bir gönüle girmektir.”

dizelerinde ifade ettiği şekilde en makbul ibadetlerden birisini de ifa etmiş olurduk.

Eğer girebilseydik karşımızdakinin gönül kapısından, dert ortağı olurduk onunla, dertleri paylaşır, paylaştıkça azaltırdık ve sevgileri paylaşır, paylaştıkça çoğaltırdık. Kırık kalplere derman olabilirdik belki. Belki onarabilirdik yıkılıp harap olmuş gönülleri. Böylelikle belki bizim gönüllerimiz de mutmain olurdu. Şairin

“Gönüller Kabe’dir, gir eyle tavaf,
Gönül alanların gönlü şad olur”

dediği gibi.

Zaten gerçek dostlukların kurulması da gönül ziyaretleriyle başlamıyor mu? İnsanların birbirlerinin gönüllerinde kurdukları sevgi köşkleriyle perçinleşmiyor mu gerçek dostluklar? Bu noktada yine sevgili Yunus Emre’nin,

“Ben gelmedim davi için,
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim.”

dizeleri geliyor hatırlara.

Birbirimize gönül ziyaretlerinde bulunmadığımız gibi zaman zaman tam tersini yapıp anlayıp dinlemeden kırmaktayız gönülleri. “Ben kainata sığmam ama insanın kalbine sığarım” diyen Yüce Allah’ın harab ederiz o güzel mekanını. Oysa,

“Kalbini geniş tut sıkma Seyrani,
Rıza-i Bari’den çıkma Seyrani,
Gönül Beytullah’tır yıkma Seyrani,
Elinden gelirse imaret eyle!”

dizeleriyle Aşık Seyrani bu konularda ne kadar da yerinde ikaz etmiş bizi. Yine şairin halka mal olmuş,

“Şu çeşme güzel çeşme, su içecek tası yok,
Kırma insan kalbini, yapacak ustası yok.”

dizeleri ne kadar doğru anlatıyor bu durumun vehametini.

Gönül kırmanın ne büyük külfetleri olacağını,

“Eğer gönül kırdın ise,
Bu kıldığın namaz değil.”

dizeleriyle ifade eden Sevgili Yunus, külfetin neden bu kadar büyük olduğunu da yine,

“Gönül Çalap’ın tahtı,
Çalap gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül kırdı ise.”

dizeleriyle açıklıyor bizlere.

Nice düşünürler, şairler, gönül insanları o kadar çok şeyler söylemişler ki gönül için anlatmakla bitmez. Ancak,

“Bilmeyen ne bilsin bizi,
Bilenlere selam olsun.”

misali anlayan için bu kadarı yeter de artar bile.

Hakkın yarattığı her canlıyı sevgiyle kucaklayabilmemiz, karşılaştığımız insanların gönül kapılarını çalabilmemiz, çalanlara gönül kapılarımızı açabilmemiz ve gönül gözü açık insanlar olabilmemiz dileklerimle…

30.01.2009

YAR, DOST, ARKADAŞ, TANIŞ, EL, DÜŞMAN

Çevremizdeki ilgi kurduğumuz ya da kurmadığımız her bir ferdi, farkında olarak ya da olmayarak otomatikmen bir ilgi grubu içerisine yerleştirmiş bulunmaktayız. Bu ilgi gruplarını Yar, Dost, Arkadaş, Tanış, El, Düşman şeklinde sıralamamız mümkündür. Hayattaki her şahıs bize göre bu gruplardan birisi içerisinde mutlaka bulunmak zorundadır. Fakat pek çok insan, çevresinde bulunan şahısları çoğu zaman olması gereken pozisyon grubu içerisinde değil, farklı gruplar içerisinde değerlendirerek yanılgıya düşmektedirler. Özellikle fikir yapıları henüz netleşmemiş olan gençler için bu durum had safhadadır.

Bu itibarla çevremizdeki her bir ferdi hangi grup içerisinde değerlendirmemiz gerektiğine karar verebilme aşamasında, bize göre bu ünvanların özelliklerini kısaca hatırlamakta fayda olduğu inancıyla diyoruz ki;

YAR ya da diğer adıyla SEVGİLİ o kimsedir ki, tüm varlığı ile adeta kendisi için yaşamayıp bizim için yaşar. Bizim yarimiz olan bu kimse her şartta, her yerde ve her zaman, mevcut olan tüm varlığını ve gücünü bir an bile tereddüt etmeden bizim için ve yalnız bizim için kullanır. Öyle ki bizi birinci öncelikli pozisyona koymasının yanı sıra kendisini ikinci öncelikli pozisyona dahi yerleştirmez, onun için ikinci öncelikli pozisyon dahi yoktur. Hatta biz kendisine en büyük düşmanlığı yapsak dahi bu durum değişmez. O, her şeyiyle birlikte yalnız ve yalnız bizim için vardır.

Bu tarif gösterir ki hiç kimsenin sevgilisi yoktur.

DOST ise sevgiliden bir kademe daha düşük bir ünvandır ki bizim dostumuz için birinci öncelikli şahıs bazen kendisi bazen da biz oluruz. Normal durumda birinci öncelikli kendisi olsa bile en küçük bir sıkıntımızı hissettiği anda kendisini ikici plana bırakarak tüm varlığıyla bize destek olmak için elinden gelen her şeyi yapar. Bizden iyilik ya da kötülük görmesi bu durumu asla değiştirmez. Kendisine en büyük kötülükleri yapsak dahi bize karşı olan dostane fikrinde en küçük bir zedelenme olmaz. Gerekiyorsa bizim için gözünü kırpmadan ölüme gider. Biz hiç sormayıp aramazsak dahi bizi daima takip ederek daha huzurlu olabilmemiz için fırsatlar gözetler.

Bu ifadelerden de anlaşılan odur ki insanların tamamına yakınının ömürleri boyunca bir tane bile dostu olmamıştır. Çok az sayıda kimsenin belki bir iki taneyi aşmayacak dostları olabilmiştir.

ARKADAŞ bizimle eşdeğer pozisyondadır. Genel olarak hemen her konuda onunla orta noktada buluşur teraziyi eşit dengeleriz. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” ifadesi de bunu vurgular. Arkadaşımız için birinci öncelikli kendisidir. Sıkıntımız olduğunda yardımcı olurken sıkıntısı olduğunda da bizden yardım talep eder. İyiliğimiz onun gözünde bizim için bir artı, kötülüğümüz ise eksidir. Bizden gördüğü iyilik ve kötülükler bize olan davranışlarını direkt olarak etkiler.

Bu itibarla herkesin az ya da çok belli sayıda bir arkadaş grubu vardır.

TANIŞ, tanışıyor olmaktan öte pek bir ilgimizin bulunmadığı kimsedir ki onunla selamlaşma, bayramlaşma gibi çok genel ilişkiler içinde bulunur bundan öteye pek geçmeyiz. Tanışla iyi ve kötü zamanlarımızı, arkadaşla paylaştığımız şekilde paylaşamayız. Ortak değerlerimiz yok gibidir.

Çevremizde çok sayıda tanışlarımız mevcuttur.

EL ya da YABANCI ise tanışmadığımız kimselerdir ki ne onlar bizim hakkımızda ne de biz onların hakkında bir şey bilmeyiz.

Çevremizde en çok yabancılar bulunmaktadır.

DÜŞMAN bizim iyiliğimizi istemeyen, hakkımızda kötü düşünüp bu düşüncesini fırsat bulunca icraata dönüştürmekten çekinmeyen kimsedir ki bazen diğer gruplar içerisine yerleştirdiğimiz kişilerden de gizli düşmanlarımız çıkabilir.

Bazı kimselerin düşmanları olmadığı gibi bazılarının ise oldukça fazla sayıda düşmanları mevcuttur.

Tüm bu tarifler dikkate alındığında en büyük yanılgıların Dost, Arkadaş ve Tanış grupları arasında yaşanmakta olduğu anlaşılır.

Dost sayısının neredeyse sıfır olması ve Tanış konumundaki kimselerle de neredeyse ilgi kurmuyor olmamız Arkadaş grubunun öneminin hayli fazla olduğunu gösterir. Arkadaş konumuna koyduğumuz ve uzun süre beraberlikler yaşadığımız kimselerle, farkında olmasak dahi ortak bir karakter yapısı oluşturmaktayız. Diğer bir deyişle bizim karakter ve kültür değerlerimizi, bizim de bir ferdi olduğumuz Arkadaş grubumuz belirlemektedir. Bu sebeple sahip olmayı arzu ettiğimiz kişiliğe en yakın karakterlere sahip kimseleri Arkadaş konumuna yerleştirmemiz, istediğimiz bu kişiliği otomatikmen kazanmamızı sağlayacaktır. Bu gerçekçi formül, arkadaş konumuna koyduğumuz kimselerin bizim kişiliğimiz açısından ne derece büyük önem arz ettiğini açıkça gözler önüne serer.

Az sayıda olsa da can Dostlara ve değerli kişilik özellikleri taşıyan geniş Arkadaş çevresine sahip olabilmeniz dileklerimle…