8.06.2021

ORGAN BAĞIŞI CAİZ Mİ?

Organ naklinin İslâmî açıdan caiz olup olmadığı konusunda uzun zamandır yapmakta olduğum araştırma sonucunda, konu hakkında verilen fetvaların hep kaçamak cevaplar içerdiğini müşahede ettim. Şöyle ki; gerek dinle ilgili başkanlığın ve gerekse İslâmî fetva noktasında bulunan kimselerin cevapları, "Ölümden sonra organ naklinin caiz olduğu" yönündeydi. Ancak hiç kimse ölümü tanımlama noktasında fikir beyan etmeye yaklaşmıyordu.

Tıbbî açıdan, kalbin durması, beyin sapının ölümü ve beyin kabuğunun ölümü hadiselerinin tümü, ölüm olarak kabul edilmekteydi. Ancak bu olaylardan, yani kalbin durması, beyin sapının ölümü ve beyin kabuğunun ölümü hadiselerinden hangileri İslâmî açıdan ölüm kabul edilmeliydi? Zira bu olaylardan her birinin tıbbî yönden farklı durumları mevcuttu.

Organın alınabilme süresiyle ilgili olarak bu üç durumun her biri farklılık arz ediyor ve farklı zamanlarda organ alınabiliyordu. Öyle ki İslâmî açıdan kesin olarak ölüm kabul edilen kalbin durması hadisesinde organ alınabilme süresi o kadar kısa oluyordu ki, kalp durduktan sonra organ alınabilmesi, tıbbî açıdan neredeyse imkansızdı. Bu durumda tıp, konuyu yalnızca beyin ölümüne bağlayarak işlem yapmakta ve beyin ölümü için de yalnızca "ölüm" tabirini kullanmaktaydı. Diğer bir deyişle tıbben bir bedenden organ alınabilmesi için o bedenin kalbinin çalışmakta olması şarttı. Tıp uzmanları ile yaptığım görüşmelerde de bu durumu doğruladılar ve organ alınırken bedenin kalbinin çalışmaya devam etmekte olduğunu ifade ettiler.

Böyle bir durumda organ naklinin dinen caiz olup olmadığını açıklayabilmek için, öncelikle dini açıdan ölümün tanımlanmasının şart olduğu açıktır. Kur'an-ı Kerim'in bazı yerlerinde (Örnek: En'am Suresi 60. ve Zümer Suresi 42. ayetler) uyku için dahi ölüm tabiri kullanılmaktadır. Ancak gerek ayet ve gerekse hadislerde beyin ölümü konusunda hiç bir ibare mevcut değildir. Fakat tabiki bu durum, İslâmî açıdan ölümün tanımlanmasının imkânsız olduğu anlamına gelmez. İcmâ-i Ümmet noktasında bile olsa, İslâmî açıdan ölümün tanımlanması, gerek ve şarttır. Bu tanımlama sonrasında organ naklinin caiz olup olmadığı zaten açıkça anlaşılmış olacaktır.

Burada belirttiğim araştırmalarım sonucunda, konunun İslâmî açıdan netlik kazanmamış olması sebebiyle, uzun yıllar önce yapmış olduğum, tüm organlarımın bağışını iptal ettim.

Bu itibarla, ilgili kurum, kuruluş ve kişilerden talebimiz, İslâmî açıdan "Ölüm"ü net olarak tanımlamaları ve özellikle tıbbın uygulamakta olduğu organ nakli yönteminin, İslâmî açıdan caiz olup olmadığı konusunda fetva vermeleridir.

19.03.2021

NEDAMET

Adam, yeni aldığı arabasını yıkarken 6 yaşındaki oğlu yerden bir taş alır ve arabaya bir şeyler yazar!

Çok öfkelenen baba, çocuğunun ne yazdığına bile bakmadan oğlunun elini tutar, vurur da vurur!
Hastanede, elindeki sayısız kırık yüzünden çocuğun parmaklarının hepsi alınır. Ameliyattan sonra çocuk, oldukça üzgün olan babasını gördüğünde: 
– “Baba, Parmaklarım ne zaman çıkacak?” diye sorar!
Adam soru karşısında biter ve yıkılır kalır. Arabasına döndüğünde kafasını arabaya vurur da vurur. Sonra gelir motor kaputuna oturur ve işte o zaman oğlunun yazmaya çalıştıklarını görür:
“SENİ SEVİYORUM BABA!” 

Anlatılan sadece bir hikaye belki. Gerçek mi yoksa birilerinin kafasında oluşturduğu senaryo mu bilinmez. Ancak önemli olan verilmeye çalışılan ders elbette. 

Her insan, hayatında çeşitli nedametler, pişmanlıklar yaşamış ve yaşayacaktır. Geçici ve küçük nedametler çok önemli olmasa da bazan öyle büyük pişmanlıklar yaşayabiliyoruz ki tüm hayatımızı alt-üst edebiliyor. Anlatılan hikayede olduğu gibi. 

Soyut kavramların tarifleri daha zor ve daha geniş olur. Nedamet duygusunu da çok çeşitli şekillerde tarif etmek mümkün. Ancak ben "Nedamet, ruhun mahkûmiyetidir"  şeklinde tarif etmek istedim. Zira mahkûmiyet sadece bedene özgü olmaz. Beden özgür olsa bile, geriye dönüşü mümkün olmayan pişmanlıklar içerisinde ızdırap çekenlerin ruhları, bir nevi mahkûm sayılır. Üstelik de bu mahkûmiyet belli bir süre için değildir, ömür boyu sürecek bir esarettir. 

Nâdim olup keşke dememek ve ruhen mahkûm olmamak için, hayatımız boyunca bizi etkileyecek kararları verirken ya da davranışları sergilerken çok dikkatli olmak zorundayız. Çünkü yapılan bir davranışı ya da söylenen bir sözü, tüm güçler bir araya gelseler bile yine de geriye alamazlar. Yüce Allah geriye dönüşü mümkün olmayan hatalardan ve nedametlerden bizleri muhafaza eylesin.

CAN BANKASI

 Ömrümüz boyunca sık sık, sahip olduğumuz bazı şeylerin artık gerekli olup olmadığını değerlendirir, bunun sonucunda da ya onların bizim için halen gerekli olduğunu düşünerek saklamaya ve onlardan faydalanmaya devam eder, ya onların hiç kimse için hiç bir gerekliliğinin kalmadığını düşünerek onları uygun şekilde imha eder, ya da onların bize artık hiç bir fayda sağlamayacağını ancak birileri için faydalı olabileceğini düşünerek onları ihtiyaç sahiplerine ulaştırırız. Yaptığımız bu davranış elbette çok doğru ve mantıklıdır. Özellikle de ihtiyaç sahiplerine ulaştırdığımız malzemelerin, onlar için çok faydalı olduğu bilgisi bize ulaşacak olursa, bu durumdan da çok büyük bir mutluluk duyar, insanî bir davranış gösterebilmiş olmanın onurunu yaşarız. 


Ancak sahip olduğumuz bazı malzemeler de var ki onların artık bizim için hiç ama hiç bir gerekliliğinin kalmadığını, hepsinin de zerresine varıncaya kadar çürüyüp imha olacağını, ancak başkalarına vermemiz halinde ise o insanlara ömürleri boyunca sahip olduklarından daha kıymetli faydalar sağlayacağını bildiğimiz halde; o malzemelerin çürüyüp yok olmasına göz yumuyor ve onları hiç kimselere vermeyecek kadar insaniyetten uzak bir anlaşılması imkânsız cimrilik davranışı içerisinde bulunabiliyoruz. Bahsedilen malzemeler, tahmin edildiği gibi, ölmüş vücudumuz içerisindeki organlarımızdır. 

Ne hikmettir ki yazımızın girişinde ifade edilen insanî değerlere sahip bizler, organ bağışına sıra geldiğinde konuya son derece soğuk ve isteksizce yaklaşıyor, hatta yaklaşım dahi göstermiyoruz. Bu durumun iki sebebi olabilir: Sosyal ve dînî sebep. 

Konuyu sosyal yönden ele aldığımızda, şahsımız açısından, biz öldükten sonra ne vücudumuzu kullanabileceğiz ne de dünya ile bir irtibatımız olabilecek. Yakınlarımız açısından ise, vücudunuzun ya da organlarımızın toprak altında çürümesinin onlara hiç bir faydasının olmadığı gibi, başka bir kişinin vücudunda hayat bulmasının da yine kendilerine hiç bir zararı dokunmayacak, bilakis belki faydası da olacaktır. O halde organ bağışının sosyal yönden hiç ama hiç bir zararı, mahsuru, sakıncası yoktur. 

Konuyu dînî yönden ele aldığımızda ise, en çok kafa karıştıran hususların, Allah'ın ölümünü takdir ettiği bir insanı yaşatma gayretinin doğru olmayacağı fikri ve organ nakli sonrası yaşamaya devam eden kişinin işleyeceği günahlara ortak olunacağı mantığıdır. Konuya İslam'ın kaynaklarıyla yaklaştığımızda, gerçekten bu endişelerin yerinde olup olmadığını açıkça anlarız. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim Maide Suresi 32. ayetinde, "... Kim bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur ..." buyurarak insanları yaşatmanın önemini ve gerekliliğini ifade etmektedir. Dikkat edilirse burada kurtarılan canın, günah ya da sevap işlemesi hususundan hiç bahsedilmemektedir. Yine Buhari, Müslim ve Ebu Davud hadis kaynaklarında, Hz. Ömer'den nakledilen çok sağlam sahih Hadis-i Şerifte, Resûlullah (SAV) "Ameller ancak niyetlere göredir" buyurmuşlardır. Bu durumda organını bağışlayan kişi, yaşamasına vesile olduğu şahsın günah işlemesi niyetiyle organ bağışı yapmadığına göre, bu bağışı yapmasında da İslâmî açıdan hiçbir mahsur yoktur. 

Görüldüğü üzere hangi yönden ele alırsak alalım, organ bağışının hiç bir mahsurunun bulunmamasının yanı sıra, son derece güzel ve ince yönleri de mevcuttur. 

Organ bağışı, belki de ömrümüz boyunca yapamadığımız hayır ya da güzel ameli, ölümümüz esnasında yapabilmemiz demektir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz ayet ve hadisler gereğince, yapacağımız bağışla yaşamalarına vesile olacağımız kişi ya da kişilerin, ömürleri boyunca gerçekleştirecekleri her türlü güzel amel ve davranışları sonucunda, biz de ahiret aleminde sevap kazanmaya devam etmiş olacağız. Zira ölen kişinin amel defteri, ölümüyle birlikte kapanmış olmaz; onun vesile olduğu iyi işler dünyada yapılmaya devam edildikçe ölen kişi de bunlardan sevap kazanmaya devam eder. Ölen kişinin niyeti, organ bağışlamış olduğu kişinin günah işlemesini sağlamak olmadığı için, sahih Hadis-i Şerife göre bu kişinin işleyeceği günahlardan kendisine bir pay çıkmaz. 

Organ bağışı, solan simaları ve onları seven herkesi yeniden güldürmektir. Organ bağışı, dünyadan belki de hiç nasiplenememiş küçücük çocukların, bir kelebeğin peşinden koşabilmelerini, bir çiçeği koklayabilmelerini mümkün kılmaktır. Organ bağışı, dünyadaki en kıymetli varlık olan Hayat varlığını ihtiyacı olana hediye etmektir. Organ bağışı, dünyadan bağları kopmak üzere olanlara dünyalar bağışlamaktır. 

Aslında organ bağışı sayılabilen bir davranışı zaman zaman gerçekleştirmekteyiz ki o da kan bağışıdır. Kan verme konusunda artık tüm hastanelerde Kan Bankası Üniteleri oluşturulmuş ve yoğun şekilde faaliyet göstermektedirler. Gönül ister ki Kan Bankalarıyla aynı yoğunlukta Can Bankaları yani Organ Bağışı Üniteleri de olsun. Ve gönül ister ki Transplantasyon için hastalar organ beklemesin, tam tersine organlar kendilerine sahip olacak hastaları beklesinler. 

Can Bankalarının oluşması bizim elimizde! Zaten yeterince geciktik; daha fazla beklemeyelim! Gelin bir insanın yüzünü de biz güldürelim! Gelin bir çocuğa da biz dünyaları bağışlayalım!

PİŞMANLIK

 "Onlara Âdem’in iki oğlunun başından geçen ibret verici şu gerçeği anlat: Onlar Allah’a birer kurban takdîm etmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kıskanıp: “Seni mutlaka öldüreceğim” deyince, öteki şu cevabı vermişti: “Allah ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul buyurur. Sen beni öldürmek için elini uzatsan bile, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Çünkü ben, Âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım. Doğrusu ben isterim ki, sen hem benim günahımı hem kendi günahını yüklenesin de ateş ehlinden olasın. Zâlimlerin cezası işte budur.” Nihâyet nefsi onu kardeşini öldürmeye sürükledi; onu öldürdü de mahvolup gidenlerden oldu. Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Katil bunu görünce: “Yazıklar olsun bana! Şu kargadan daha bilgisiz, daha mı âcizim ki, kardeşimin cesedini nasıl ortadan kaldıracağımı bilemedim” diye dövündü ve pişmanlığa düşenlerden oldu. (Mâide Sûresi 27-31. Ayetler)"


Böyle anlatılıyor Hz. Adem'in çocuklarının durumu Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de. Kardeşini öldüren Kabil'in geri dönüşü mümkün olmayan pişmanlığı böyle aktarılıyor bizlere.

Hayatında pişman olmayan bir insan düşünemeyiz. Mutlaka hepimiz büyük ya da küçük, önemli ya da önemsiz, geriye dönüşü olan ya da olmayan, başkalarını etkileyen ya da etkilemeyen pek çok pişmanlıklar yaşamışız ve belki yine yaşayacağız.

Pişmanlığın mahiyetini daha iyi yorumlayabilmek için "Pişmanlık nedir?" sorusuna cevap vermeliyiz öncelikle. Pek çok soyut kavram için olduğu gibi pişmanlık kavramı için de farklı tanımlar yapabilmek mümkündür. Ancak en kestirme ve öz tanım olarak "Pişmanlık ruhun mahkumiyetidir" diyebiliriz. Zira mahkumiyet sadece beden için geçerli bir ceza şekli değildir. Nasıl ki beden için, geçici süreli veya ebedi mahkumiyetler varsa, ruh için de durum aynıdır. Geçici hatalar sonucunda duyulan pişmanlıklar veya geri dönüşü olmayan ebedi pişmanlıklar gibi.

Elbette pişmanlıklar, hiçbir zaman yaşanılması arzu edilmeyen duygulardır. O halde Yüce Allah böyle bir duyguyu neden yaratmıştır? Şüphe yoktur ki Allah'ın yarattığı her şey, gerekli olduğu için yaratılmıştır. Bu kaide, pek tabiidir ki pişmanlık için de geçerlidir. Ruhun mahkumiyeti olan pişmanlık duygusu ruhu olgunlaştırır ve manevi açıdan eğitir. İnsanın vicdan muhasebesi yapabilmesini sağlar. Bazen iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırmanın süzgeci olur pişmanlıklar. Bu itibarla yaşamayı istemediğimiz halde yaşamak zorunda kaldığımız pişmanlıklarımızdan mümkün olabildiği ölçüde ders çıkarmalı ve hayatımızın geri kalanını, çıkardığımız derslerden faydalanarak, daha az pişman olacağımız şekilde yaşamaya gayret göstermeliyiz.

Yüce Allah, pişman olmamıza sebep olacak yanlış davranışlardan ve özellikle de fayda vermeyen son pişmanlıklardan muhafaza eylesin.

21.12.2017

KAÇ DEFA ÖLÜR İNSAN..?

Yürümekten dolayı hafif yorgun düşmüş haldeyken, yaklaşan namaz vaktini de dikkate alarak yakınlarda bir cami aradı gözüm. Kısa süre sonra aradığıma kavuşmuştum. Namazın ardından, cami avlusuna getirilmiş bulunan cenaze sebebiyle cemaat avluda toplanmaya başladı. Bir yandan da cemaatten bazıları, tabutun yanı başında durmakta olan orta yaşa yakın ve oldukça üzüntülü görünen iki gence başsağlığı dilemekteydi. Başsağlığı ifadelerinden, ölenin, gençlerin babaları olduğu anlaşılmaktaydı. Namaz sonrası cenaze, omuzlarda taşınmak suretiyle cadde boyunca ilerlemeye başladı. Nereye götürüldüğünü bilmediğim halde, cemaatin bir kısmı ile beraber, nedense ben de tabutun ardından yürümeye devam ettim. Bu esnada bir yandan gözüm ölenin çocuklarına ilişmekte, bir yandan da kendi iç dünyamda bazı soru ve cevaplar aramaktaydım. Bu ölüm, ardından yürümekte olduğumuz mevtanın son ölümüydü, bu kesin. Ama acaba kaçıncı ölümü son ölümü olmuştu? Sahi kaç defa ölürdü bir insan..?

Kim öldürmüştü bu adamı; çocukları mı, eşi mi, inandıkları mı, güvendikleri mi, yaşadıkları mı ya da daha başka şeyler mi? Yoksa aklıma gelen ihtimaller bu ölümüne değil de önceki ölümlerine mi sebep olmuştu? En çok neler sebep olurdu insanın ölümüne? Son ölüm mü, yoksa önceki ölümler mi daha zor olurdu? Bu gibi sorularla yoğrulurken,
                “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
                Müşkil şudur ki ölmeden önce ölür kişi.”
dizeleri geldi aklıma. Gerçekten ne kadar da doğru bir ifadeydi. Belki daha çok tasavvufi anlamda nefsi öldürmekten bahsediyordu dizeler. Ancak beden ölümü için de aynı yorum yapılabilirdi.

Belki de en çok yıkılıp heba olan hayaller öldürüyor insanı. Kendisi, ailesi, çocukları için kurduğu hayaller, düşündüğünün tam tersine gerçekleşince yıkılıyor, ölüyor insan. Ayakta kuruduğundan, ölü olduğu halde canlı gözüken ağaca benziyor. Harcanan sayısız emek, zaman ve her türlü imkân heba olup gidiyor ve sonuç olarak da hayal kırıklığından başka bir şey yaşanmıyor çünkü.

Tabutun ardından bu düşüncelerle yürümekteyken, bir de yanımda yürümekte olanları düşündüm. Muhtemelen onlardan birçoğu da ölüydü. Belki çocukları okusun, adam olsun, hâkim, doktor, öğretmen, mühendis olsun diye çırpınırken; umutları suya düşmüş, ölmüşlerdi. Belki daha da kötü, çocukları hiçbir baltaya sap olmazken bunun yanı sıra kumarbaz, yalancı, hırsız, ayyaş olmuşlar ve bu halleriyle öldürmüşlerdi babalarını. Belki de benzeri daha başka sebepler ölümüne sebep olmuştu bu insanların.


Düşüncelere o kadar yoğunlaşmıştım ki, çok yakınımda yürümekte olan bir şahsa, farkında olmadan seri bir hareketle dönerek, adeta bir ölüye bakar gibi bakınca; şahsın “ne oldu ki” dercesine sarf ettiği karşı bakışlarına maruz kaldım. Bu gelişmeyle birlikte, aslında gerçeklerin ta kendisini içeren düşünce âleminden çıkarak, yeniden yalanlar dünyasına geri döndüm… 

5.02.2015

ÜZÜNTÜ

Hiç bir zaman varlığını istemediğimiz, hep kaçmaya çalıştığımız, her zaman bizden uzak olmasını istediğimiz Üzüntü duygusu gerçekten bu kadar olumsuz, zararlı, kötü bir duygu mudur? Gerçekte üzüntü nedir, neden vardır, hayatımıza ne şekilde etki eder hiç düşündük mü?

Rivayetlerde en büyük üzüntüleri Peygamberlerin yaşadıkları ifade edilmektedir. Belki de en büyük üzüntüyü Muhammed Mustafa (SAV) yaşamıştır. Tasavvuf ehli dualarında Allah'tan sıkıntı ve üzüntü istemişlerdir. Bu durumda Yüce Allah'ın en sevgili kullarına verdiği ve en sevgili kulların da dualarında istedikleri üzüntü, korkulacak ve istenmeyecek bir duygu değil, tam tersine arzu edilecek, talep edilecek bir duygu olmalıdır. Konu teferruatıyla incelendiğinde gerçekten bu düşüncenin çok doğru olduğu anlaşılır.

Çünkü takvanın yeri mahzun gönüllerdir. Ruh ancak hüzünle olgunlaşır. En olgun ve en temiz ruhlar en büyük üzüntüleri yaşayanlar olmuştur. Üzüntü ilaca benzer, acıdır ancak şifa verir. Üzüntü sükûnete sebep olur, sükûnet ise ruh ve bedeni huzura kavuşturur. Ruhun en büyük iki düşmanı hiddet ve şehvettir; hiddet ve şehvetin Azrail’i ise üzüntüdür. Üzüntü ne kadar çoksa hiddet ve şehvet o kadar azalır. Temiz suyun bedeni temizlemesine benzer şekilde gözyaşı da ruhu tertemiz yapar. Gözyaşı ne kadar çok olursa ruh o kadar pak olur. Bir bitki nasıl suyla büyüyüp olgunlaşırsa ruh da gözyaşlarıyla olgunlaşır. Çekilen acılar, yaşanan üzüntüler ruhu olgunlaştırarak; daha mantıklı, daha dengeli, daha inançlı kılar insanı. Bir cerrahın operasyonu gibidir üzüntü, önce acı çektirir ama sonrasında tedavi eder. Üzüntü insanın maneviyatını kuvvetlendirerek insanı ibadetin özü olan duaya yönlendirir. Ve üzüntüye maruz kalmış ruhların duası çok daha makbuldür Allah katında.

Yüce Allah üzüntünün hâkim olduğu mekânlarda gizlidir. Mahzun gönüllerdedir Yüce Yaratıcı. Yetimlerin öksüzlerin kalplerinde, özlemle yanıp tutuşanların gönüllerinde, pişmanlıkları sebebiyle hüzne boğulanların duygularındadır. Elinden oyuncağı alınan çocuğun gözyaşlarında, fukaralıkları sebebiyle emellerine ulaşamamışların buğulanan gözlerindedir. Zorluklar karşısında biçare kalmışların mahzuniyetlerindedir Yüce Allah.


Tüm bu değerlendirmeler göstermektedir ki üzüntü, korkulacak ve kaçılacak bir duygu değil, tam tersine aslında yerine göre muhtaç olduğumuz, hem çok değerli, hem de çok gerekli bir duygudur. Hem ruhumuzun doktoru ve hocası, hem dünya sınavımızın önemli bir parçası, hem Yüce Yaratıcımızın bizi unutmadığının ve sevdiğinin bir ispatı, hem de gerekli sabır ve metaneti göstererek ödülü hak edebilmemizin bir fırsatıdır üzüntülerimiz. Bu durumda Yüce Allah'ın yaşamamızı takdir ettiği üzüntüler de bir ceza veya eza değil, bir ilaç ve ihsan niteliğindedir. Bu sebeple de üzüntüler karşısında Allah'a hamd etmek önemli bir kulluk görevimizdir. Yüce Allah'a nihayetsiz hamd-ü senalar olsun...  

29.12.2014

ALEVİLİK


            Her eser, kişi, akım ve benzerleri, kendi kategorileri içerisinde ele alınmak zorundadır. Bir şiir, resim kategorisinde değerlendirilemeyeceği gibi, bir doktor da futbolcu sınıfında değerlendirilemez. Alevilik her şeyden önce bir inanç alkımıdır. Bu sebeple de öncelikle inanç yönünden ele alınmalıdır. Aleviliğin sosyal yönü ikinci etapta değerlendirilmesi gerekirken, tam tersine Alevilik bazı kişi ve kurumlarca yalnızca sosyal yönüyle ele alınmaktadır. Bu durum ise değerlendirmeyi yapanları tamamen yanlış noktaya sürüklemektedir.

            Bilindiği gibi Alevilik, Hz. Ali’nin yolunda gidenlerin oluşturduğu bir dini akım olarak ortaya çıkmış ve ilk etabında Hz. Ali gibi ilmin kapısı olan yüce bir zatın İslami yaşantısına haiz olarak çok mükemmel ve meşru bir inanç yolu olmuştur. Ancak daha sonra Alevilik yolu bozulmalara uğramış, bölünmüş ve kendi içinde dahi farklı inanış ve uygulamalara sahne olmuştur. Günümüz Alevilerinden bir kısmı İslami iman ve ibadet esaslarını büyük ölçüde kabul ederken bir kısmı ise Kur’an-ı Kerim’e dahi ters düşen inanç ve davranışlarla tamamen İslam’ın dışına çıkmıştır.

            Tüm Alevilerin inanç ve ibadetle ilgili ortak bazı uygulamalarına baktığımızda ise İslam’ın temel esaslarına aykırılık teşkil eden önemli farkların mevcut olduğunu görmekteyiz. Bunlardan en çok göze batan ikisi ibadethane ve çalgı anlayışıdır. Gerek Resulullah (SAV) zamanında ve gerekse Hz. Ali döneminde cami dışında bir ibadethane söz konusu olmadığı halde, günümüz Alevileri ibadethane olarak cemevlerini kabul etmektedirler. Yine İslam anlayışında çalgı ve eğlenceye yer verilmemesine rağmen Aleviler saz ve sözü ibadetin bir parçası haline getirmişler ve bu davranışla Kur’an’a ters düşmüşlerdir. Günümüz Aleviliğinin, İslam’ın özüne ve Kur’an’a tezat olan başka birçok uygulamaları da mevcuttur. Bu yanlış uygulamaları bizzatihi Alevilerce hazırlanan kaynaklarda görmek mümkündür. Bu ve benzeri sapkınlıklar, zaman içinde Yüce İslam’da tefrikaya sebep olabilecek çok tehlikeli, yanlış, hata ve günahlardır. Bu itibarla denebilir ki sosyal toplumumuzun bir parçası olan Alevilerin toplumsal yönden hiçbir zararları olmasa bile İslami yönden tehlike arz edebilecek önemli zararlara sebep oldukları açıktır. Bilhassa inanç kültürleri zayıf olan bazı kesimlerin namaz, oruç gibi çok önemli ibadetlerin karşısında saz çalıp eğlenmeyi ibadet zannetmeleri, bu kesimlerden pek çok ferdin Aleviliği tercih ederek yanlış yola yönelmesine sebep olmaktadır.

            Aleviliğin zaman içerisindeki değişimi, hak din olarak nazil olup zamanla bozulan Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinin durumu gibi olmuştur. Yahudilik ve Hristiyanlık inanışları içerisinde İslam’la bire bir paralellik teşkil eden esasların bulunması, bu dinlerin hak din olarak kabul edilmesi için yeterli olmadığı gibi Alevilik içerisinde İslam’ın özüne uygun uygulamaların var olması da Aleviliğin bozulmadığı anlamına gelmez.


            Bu itibarla Alevilik ve Alevilerle ilgili, gerek ferdi gerekse kurumsal bazda yapılan tüm faaliyetleri, Alevilikteki hata ve yanlışların düzeltilmesi ve Aleviliğin hakiki İslam çizgisine çekilmesi yönünde gerçekleştirmeye çalışmak gerekir. Her şeyden önce, günümüz Aleviliğinin, Hz. Ali zamanındaki Alevilikle uzaktan yakından ilgisinin bulunmadığını ve genel olarak Aleviliğin İslam’ın dışına çıkmış olduğunu net bir şekilde idrak edip, Alevi kardeşlerimize de teferruatlarıyla münasip şekilde anlatmak, Müslümanlar olarak her birimizin görevidir. Yüce Allah bu görevi en iyi şekilde ifa edebilmeyi cümlemize nasib eylesin. 

24.10.2013

YOĞUN BAKIM-SIZLIK


Son yıllarda Sağlık hizmetlerinde her yönden önemli ölçüde iyileşmeler yaşanmaktadır. Gerek prosedürler, gerekse tedavi yöntemleri konusunda büyük rahatlık oluşturacak uygulamalar gerçekleşmiştir. Ancak insanoğlu tabiatı gereği her zaman daha iyisine kavuşabilme beklentisi içerisinde olur. Bu gayet normal ve olması gereken bir ruh halidir.

Daha iyi, daha doğru ve daha güzele ulaşabilmemiz için mevcut durumu çok iyi tahlil etmemiz ve taleplerimizi de o ölçüde makul olarak ortaya koyabilmemiz gerekir. Bu itibarla, son aylarda, yakın akrabalarımızdan ve komşularımızdan bazılarının, hastane Yoğun Bakım Ünitelerinde yaşadıkları olumsuz durumları dikkate alarak, hastanelerin Yoğun Bakım Üniteleriyle ilgili bazı tahliller yapmayı gerekli görüyoruz:

Malum olduğu üzere yoğun bakım ünitelerine hastaların hassas durumları sebebiyle hasta yakını alınmıyor. Bu gayet normal gözüküyor. Ancak gerek yoğun bakımda yattıktan sonra taburcu olan hastalarımızın ifadelerinden, gerekse hasta yakını olarak kendi gözlemlerimizden anlamaktayız ki; yoğun bakım ünitelerinde yatmış olan hastalar, yoğun bakımdan çıktıktan sonra, mevcut hastalıklarının haricinde yoğun bakımda yatmış olmalarından dolayı da ayrıca bir tedavi sürecine ihtiyaç duymaktalar. 

Çünkü bu hastaların yoğun bakımda kolları yatağa bağlanmakta ve hastalar genel olarak sırt üstü yatırılmaktalar. İlk bakışta bu uygulama gerekli ve normal görünmekte ise de haftalar veya aylar boyunca uzun süreli yoğun bakımda kalan hastalar için bu durum hiç de kolay bir süreç olmamaktadır. Hastaların yatağa temas halinde bulunan cilt bölgelerinde cilt gözeneklerinin solunum yapamaması sebebiyle yaralar oluşmakta, ağız yoluyla beslenemeyen hastalarda ağız ve boğaz kuruluğu sebebiyle çeşitli sağlık sorunları baş göstermektedir. Üzerlerine yatmakta oldukları vücut bölgelerinde aşırı ısınma, kaşınma ve çıkan yaralardan dolayı da aynı zamanda ızdırap hissi yaşamaktadırlar. Tüm bu sorunlar, Tıpta korkuyla bakılan enfeksiyon rahatsızlıklarını başlatmakta ve zaten mevcut hastalıklarıyla mücadele halinde olan hastaların sorununu kat kat artırmakta, enfeksiyon hastalıklarının da eklenmesiyle birlikte artık çoğu hastaların vücut dirençlerinin yetersiz kalması sonucunda hayatlarını kaybetmelerine ya da kalıcı sakatlıklarla kaderlerine terk edilmelerine sebep olmaktadır.

Bilinci yerinde olan hastalar için, geçen uzun zaman içerisinde yakınlarıyla görüştürülmemeleri de ayrıca psikolojik bunalım oluşturmaktadır. Yani her türlü hastalığın genel bir devası olarak kabul edilen moral kaynağı, tamamen ortadan kaldırılmaktadır.

Yoğun bakımda hastaların bakımıyla görevli bulunan personelin çoğunda, hastaya karşı olması gereken samimiyet ve merhamet hisleri bulunmamakta; ayrıca bu personel, kendilerinin hasta yakınlarınca takip edilemiyor olmaları sebebiyle de hasta bakım işlemlerinde gerekli hassasiyeti göstermemektedirler. Bir kısım ünitelerde hasta yakınlarına hastayla görüşme imkanı hiç tanınmazken, bir kısmında ise günde yalnızca bir kişinin en fazla birkaç dakika hastayı görebilmesine müsaade edilmektedir. Bu durum, zaten moralsizlik ve yorgunluktan harap ve bitap düşmüş bulunan hasta yakınlarının kafalarında pek çok soru işaretleri oluşturmakta, hastanın ve görevli personelin durumuyla ilgili olumsuz senaryolar üretmelerine sebep olmaktadır. Konuyla ilgili büyük-küçük daha pek çok sorun saymak mümkündür.

Oysa bu sorunların önemli bir bölümünün çözümü hem mümkün hem de kolaydır. İlk etapta Yoğun Bakım Ünitelerinin fiziksel ve inşai yapılarıyla ilgili bazı değişiklikler yapılması gerekir. Yoğun bakım ünitelerine görevli personel haricinde hiç kimsenin alınmaması, hastanın sağlığı açısından şart olduğuna göre; bu durumda yine içeriye görevli haricindeki kimselerin girmesine gerek kalmadan hasta ile yakınının birbirlerini görmesi sağlanabilir. Bu durum sağlık açısından hiçbir mahsur oluşturmamakla beraber, hasta ve yakınları açısından da pek çok fayda da sağlar. Zaten bakım periyotlarında birbirine benzeyen rutin işlemlerin yapılmakta olduğu yoğun bakım hastalarının, zaman zaman özel durumları sebebiyle başkaları tarafından görülmemeleri gerekiyorsa, oluşturulacak görüntü sistemine bu imkan da ilave edilebilir. Görüntü sistemi tesis edilmesi sayesinde, hasta yakınlarının neredeyse her an hastalarını görebiliyor olmaları ve bilinci yerinde olan hastaların da aynı şekilde kendi yakınlarını görebilmeleri, aynı zamanda hastanın çok daha yoğun bir şekilde takibinin sağlanmasının yanı sıra yoğun bakım ünitesi görevlilerinin de otomatik olarak denetlenmesi anlamına gelecektir. Söz konusu görüntü imkanı, fiziksel ve inşai olarak sağlanabileceği gibi, elektronik kamera sistemleri ile de gerçekleştirilebilir. Ya da her iki yöntem beraberce de kullanılabilir. Ayrıca görüntü sistemine belli kıstaslarla ses sistemi, alarm sistemi ve akla gelebilen daha başka sistemler de ilave edilebilir. Eğer hesaplanacak olursa tüm bu iş ve işlemlerin maliyetlerinin çok büyük rakamlara ulaşmadığı da görülecektir.

Bu teknolojik imkanları kullanmanın yanı sıra, en azından bazı hasta yakınlarının, gerekli hijyenik koşulları sağlıyor ve gerekli bilince sahip olmaları şartı ile hastalarına belli ölçüde refakat etmelerine müsaade edilebilir. Nice hasta yakınları, yoğun bakım personelinin taşımaları gereken şartlardan çok daha iyisine sahiptirler ve de çok kısa süre içerisinde ne yapmaları gerektiği hususunda gerekli bilgi ve bilince sahip kılınabilirler.

Yoğun bakım üniteleri, çok uzun süre belki hiç hareket etmeden yatmak zorunda olan hastalarla dolu olduğundan, bu ünitelerde yatak ve benzeri hasta malzemelerinin, yoğun bakım şartlarına uygun seçilmiş olması da zorunlu bir gerekliliktir. Her ne kadar Yönetmelik, Tüzük gibi mevzuatta bu malzemelerin yoğun bakıma özel olması gerektiği ifade edilse de uygulamalarda yoğun bakım yatak ve malzemeleri ile sıradan servis yatak ve malzemeleri arasında fark olmadığını müşahade etmekteyiz. Bu gibi hususların tetkiki amacıyla gerekli denetimlerin zamanında yapılması ve artırılması şarttır.

Hastalar, sayılan bu ve benzeri imkanların kullanılmasının sonucunda, iyileşmenin en önemli şartı olan moral kaynağına sahip olabilecekler, mevcut hastalıklarının yanı sıra daha başka hastalık ve sıkıntılara maruz kalmayacaklar, kısa zamanda iyileşme aşamasını tamamlayacaklardır. Kullanılan bu imkanlar sonucunda Yoğun Bakım hastalarının ölüm oranı da önemli ölçüde azalacaktır. Hasta yakınları ise moralsizlik ve yorgunluktan harap ve bitap düşmüş olmayacaklardır.

Yoğun bakıma ve hatta hastanelere hiçbir zaman ihtiyacınızın olmaması ümidiyle…


18.07.2013

KUR'AN BU MUDUR?


Bir Ramazan’ı daha eda etmekteyiz. Ramazan denilince oruçtan sonra ilk akla gelen Kur’an olmaktadır. Kur’an’ın nazil ayı olan Ramazan’da tüm camilerde mukabeleler okunmakta, tüm Kur’an Kursları daha yoğun faaliyetler içerisinde bulunmaktadır. Kur’an okuma, dinleme, ve ezberine her gün saatler harcanmaktadır. Peki Kur’an ile ilgili gerçekleştirilen bunca faaliyet, Kur’an’ın maksadına uygun mudur?

Tabi burada “Kur’an’ın maksadı nedir?” sorusu çıktı karşımıza. Kur’an’ın nazil olmasındaki amaç, yine Kur’an’da ifade edilmektedir: İbrahim Suresi 52. ayette “İşte bu (Kur'an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek Tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir” buyrulmaktadır.

Bu durumda Kur’an’ın gönderilmesindeki amacın gerçekleşmesi için, öncelikle onun anlaşılması gerekeceği aşikardır. Bu husus ise şu ayetlerde açıkça ifade edilmektedir: “Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik (Yusuf Suresi 2. ayet)”. “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.) (Fussilet Suresi 44. ayet)”.

Bu ve benzeri ayetlerden, doğru yolu bulmak için önce Kur’an’ı anlamamız gerektiği gerçeğine ulaşmaktayız. Çünkü İslam’ın değişmez anayasası Kur’an’dır. Kur’an’ın anahtarı ise onu anlamaktır. Sosyal yaşantımızı Kur’an’a uydurabilmemiz için ilk şart Kur’an’ın ne dediğini anlayabilmemizdir.

Yapılan uygulamalara bakılınca ya Kur’an’ın Arapça olarak okunduğunu, ya manası bilinmeden ezberlendiğini, ya da bir kitap halinde saklanmakta olduğunu görüyoruz. Oysa gerçek Kur’an ne söz ve ezgidir, ne kitaptır, ne de kitapta bulunan yazılardır. Gerçek Kur’an manadır, doğru yolun gösterildiği soyut hakikatlerdir. Fakat maalesef yapılmakta olan bunca Kur’an çalışmaları içerisinde soyut manaya çoğu zaman hiç değinilmemektedir. Mukabelelerde her gün on yaprak Kur’an okunmasına rağmen, okuyan ve dinleyenlerin, okunan Kur’an’ın bir tek kelimesini dahi anlamadan bu faaliyeti göstermekte olmaları ne kadar vahim bir durumdur. Böyle bir çalışma Kur’an’ın maksadına uygun olabilir mi?

Ashab zamanında Kur’an Hafızlığının çok değerli olması ve hafızlığı öven Hadis-i Şeriflerin mevcut olması, o hafızların, ezberledikleri Kur’an’ın aynı zamanda manasını da anlıyor olmalarındandı. Günümüzde, neredeyse bir Fatiha Suresinin dahi anlamından habersiz olan çoğu hafızların, hafızlığı öven hadislere mazhar olduklarını düşünmek büyük bir cehalet olur.

Kur’an’ın sadece Arapça olarak okunması şuna benzer: Kur’an bir insana benzetilebilir. Nasıl ki bir insan ruh ve bedenden müteşekkildir; ancak insanı gerçek kimliğine sahip kılan ruhtur ve beden ruha ulaşmak için bir araçtır. Kur’an da aynı şekilde madde ve manadan müteşekkildir. Mushaf şekline getirilmiş kitap hali, yazısı ve hangi dilde okunursa okunsun okunduğunda ortaya çıkan sesi ya da ezgisi, Kur’an’ın madde kısımlarıdır. Ancak insanı gerçek anlamda ruhun temsil ettiği gibi Kur’an’ı da gerçek anlamda mana, yani emirler, yasaklar, bildiriler vb. temsil eder. Madde kısmı manaya ulaşmak için sadece bir araçtır. Asıl maksat da manaya ulaşmak olmalıdır.

Bu durumda mana diye tabir ettiğimiz Kur’an’ın gerçek ruhuna ulaşabilmek için, ön adım olarak iki seçeneğimiz vardır: Ya Arapça bilmeli, ya da Kur’an’ın meal veya tefsirlerini okumalıyız. Bu ön adım aşıldıktan sonra da Kur’an’ın ifadeleri üzerinde çok ama çok düşünmeli, bunu yaparken de yaratılmış olan her bir varlıktan feyiz almalıyız. Eğer Kur’an öğretmekle görevli isek tüm bunları uygulattırmalıyız. Aksi halde Kur’an’ı okurken de dinlerken de bilmediğimiz lisanda yazılmış olan bir yabancı dil eserini okumuş ya da dinlemiş oluruz ki bunu yapmak boşa zaman harcamaktan başka bir işimize yaramaz.

Günümüzde teknolojik çalışmalar Kur’an üzerinde çok kıymetli sonuçlar ortaya koymaktadır. Gerek çeşitli amaçlara yönelik bastırılmış olan renkli ve mealli Mushaflarda, gerek üretilmiş olan elektronik cihazlarda ve gerekse internet ortamında, Kur’an’la ilgili istenen her türlü bilgi ve kıyaslamalara ulaşılabilmektedir. Ancak bu imkanların ya da buna benzer şahsi yeteneklerin, Cami, Kur’an Kursu gibi Kur’an’la ilgili çalışmalar yapılmakta olan mekanlarda da geniş kapsamlı olarak kullanılması gerekir. Evlerimiz de dahil olmak üzere her nerede olursa olsun, okunan Kur’an’ın mutlaka akabinde mealinin de üzerinde düşünülerek okunması gerekir. Belki o zaman yapılan çalışmalar Kur’an’ın maksadına uygun olabilecektir.


Yüce Allah Kur’an’ı en iyi şekilde anlayabilmeyi ve Kur’an’ın gösterdiği doğru yol üzerinde yaşayabilmeyi cümlemize nasip eylesin.

24.09.2012

MERKEZİ YAZILI SİSTEMİ



            Çok doğru ve anlamlı bir söz vardır: “Problemi anlamak çözümün yarısıdır” derler. Eğitim sistemimizde zaman içerisinde pek çok değişiklikler yapıldı, yapılmakta. Bağımsız ülke oluşumuzdan itibaren günümüze kadar eğitim sistemimizde yapılan değişikliklere göz atınca zaman zaman geriye dönüşlerin de gerçekleşmiş olduğunu görmekteyiz. Bu durum ise başta kıymet verdiğimiz sözün yeterince uygulamaya sokulamadığını göstermektedir.

            Malum olduğu üzere eğitim sistemimizde büyük-küçük pek çok sorun mevcuttur. Sorunları yeterince keşfetmeden üretilen çözümler ise doğal olarak yetersiz kalmaktadır. Biz burada bu sorunlardan yalnızca önemli bir tanesini keşfetmeye ve çözüm üretmeye çalışacağız. O da şudur:

            Özellikle eğitim düzeyi yeterince gelişmemiş olan doğu ve kırsal bölgelerimizde, öğrencilerimiz, olması gereken yeterli bilgiye sahip olmadıkları halde, okul dahilinde yapılan sıradan ders sınavlarında kendilerine kolay sorular sorulması sebebiyle yüksek notlar almaktadırlar. Bu durumda öğrencilerin yüksek not almaları, hem öğretmenlerin sanki yeterli bilgi ve beceriyi öğrenciye vermişçesine rahat olmalarına, hem de öğrencilerin bu bilgi ve beceriyi kazanmış olduklarını sanmalarına sebep olmaktadır. Hatta bundan da acıklısı şudur ki; okul yönetimleri de gerçekleri çok açık ve net olarak görmekte oldukları halde, gerçeği gizlemekten de öte bu durumu okulun bir başarısı olarak göstermekte ve vaziyetten gayet memnun kalmaktadırlar. Yani belirtilen tarzda davranmayanları tenzih etmek üzere diyebiliriz ki alan razı, satan razı hadisesi gerçekleşmektedir. Ancak burada alanla satan aynı masumiyet derecesine sahip değildir. Birisi görevi kötüye kullanma kanuni suçunu işlerken diğeri ise sahip olduğu saflık ve masumiyetin sonucu olarak, hem bu durumun oluşturduğu rehavetten memnun kalmakta, hem de eğitilme seviyesini yeterli sanmaktadır. Oysa ülke genelinde merkezi sistemle yapılan öğrenci yerleştirmeye yönelik lise veya üniversite sınavlarında bilgi verilmeden not verilmiş olan bu öğrenciler tam anlamıyla hezimete uğramaktadır. Karneleri yıllarca en yüksek notlarla dolu olan, neredeyse her dönem başarı belgeleri alan ve kendilerini adeta dev aynalarında gören bu öğrencilerin bir anda hayalleri yıkılmakta, psikolojileri bozulmaktadır.

            Bu sorun öyle basit bir sorun değildir. Zincirin daha ilk halkalarından itibaren kopukluklara ve öğrenci kitleleri arasında kapatılamaz uçurumların oluşmasına sebep olan çok önemli bir sorundur. Hakkari’nin dağındaki öğrencilerle İstanbul’un göbeğindeki öğrenciler arasında beyin yapısı itibarıyla fark olmayacağına göre, bu iki kesim arasındaki başarı farkı uçurumuna eğitim sistemimizin bu ve benzeri sorunları sebep olmaktadır. Bu sorunlar sebebiyle belki birileri hak etmeden doktor, mühendis, öğretmen olurken; birileri de aslında bu meslekleri hak ettikleri halde çaycı, satıcı, duvar ustası olmaktadır.

            Ele aldığımız bu sorunun çözümüne gelirsek, günümüz şartlarında çözüm aslında hiç de zor değildir. Yapılması gereken şudur:

            Okul dahilinde yapılan sıradan ders sınavlarının, yani yazılı sınavların, ilk etapta en azından soruları merkezi sistemle sorulmalıdır. Ülke genelinde yazılı ders sınavları eş zamanlı olarak yapılmalı, yani sınav tarih ve saatleri ülkemizin tüm okulları için aynı olmalıdır. Sınav soruları ise merkezi yöntemle hazırlanmış olmalı ve tüm ülke okullarında tam sınavın başlayacağı saatte açıklanmalıdır. Sınav hangi dersten yapılmaktaysa o dersin branş öğretmenine o sınavın salonuna girme yasağı konmalıdır. Farklı sınıfların öğretmenleri, birbirleri yerine salon sorumlu gözetmeni olmalıdır. Öğretmenler, sınıflar ve okullar arasında rekabet ortamı oluşturulmalıdır. Öğrenci, öğretmen, idareci ve okullarda puanlama ve ödül sistemi geliştirilmelidir. İlerleyen zaman içerisinde sistem gittikçe daha da geliştirilerek öğrenci, öğretmen ve okulların ülke genelindeki başarıları ortaya konmalıdır. Böylelikle gerek öğretmenler, gerekse öğrenciler eksikliklerini gizleyememeli ve giderme yoluna gitmek zorunda kalmalıdırlar.

            Bu sisteme geçebilmek için, aslında ilk etapta var olanın haricinde neredeyse hiçbir teknolojik alt yapıya da ihtiyaç yoktur. Çünkü günümüzde her okulda en azından öğrencilerin ders notlarının girilebildiği elektronik sanal ortam (e-okul sistemi) mevcut ve faaldir. Bu sistemin internet düzeni kullanılarak, tüm ülkede aynı anda açılacak sayfalar vasıtasıyla sınav soruları yayınlanabilir. Benzeri başka çözümler bulmak da mümkündür.

            Böyle bir çalışmanın, ülkenin tüm öğrencilerini eşdeğer bir pozisyona sokacağı aşikardır. Sosyal paylaşım siteleri sayesinde, ülkenin her noktasındaki gençler nasıl birbirleriyle bağlantı kurarak ortak uğraşlar içerisinde bulunabiliyorlarsa; bu sistem sayesinde söz konusu ortak ilgiler arasına aynı zamanda herhangi bir okul dersinin herhangi bir sıradan yazılı sınavındaki aynı numaralı soru dahi girebilecektir. “Bugünkü Matematik yazılısının üçüncü sorusunu nasıl yaptınız” gibi bir soruyu bütün ülke gençleri aynı anda ve doğru olarak anlayacak ve çok geniş çaplı bir fikir paylaşım ortamı açabileceklerdir. Hiçbir öğrenci, kendisinin diğer öğrencilerden daha düşük seviyede eğitime sahip olduğunu düşünmeyecek, psikolojik çöküntüye sebep olabilecek böyle bir mahcubiyet ve mağduriyet duygusuna kapılmayacaktır. Bu sayede öğretmenler de kendi eksikliklerini gidermek ve öğrencilerine olması gereken eğitimi vermek zorunda kalacaklardır. Okullar arasındaki kalite farkı da yok denecek kadar azalmış olacaktır.

            Öğrencilerimizin eşit kalitede eğitim alabilmesini sağlayan ve her aşamada sahip oldukları eğitim seviyelerini ülke ve hatta dünya ortalamasına oranla gözler önüne seren gerçekçi eğitim sistemine kavuşabilmemizi ümit ve temenni ediyorum.


6.06.2012

KIRK YAŞ


Çocukluk ve gençlik yıllarımda zaman zaman büyüklerimin kırk yaşına ulaştıklarını söylediklerine şahit olur ve bu yaşa ulaşanların artık neredeyse ihtiyarladıklarını düşünürdüm. Bugün 6 Haziran 2012 ve ben kırk yaşımı tamamladım. Ancak geçmişte başkaları hakkında sahip olduğum bu fikirlerimi kendime yakıştıramıyorum. Fakat bana geçmişte abi diye hitap eden küçüklerimin bu hitapları, yerini amca ve dayı hitaplarına bıraktıkça, günümüz gençlerinin de kırk yaş hakkında, geçmişte benim düşündüğüm gibi düşünmekte olduklarını anlayabilmekte ve her ne kadar kendime yakıştıramasam da bu düşünceleri sebebiyle onlara hak vermekteyim.

İnsan hayatında belli dönemlerin ve yaşların elbette özel önemleri vardır. Okul döneminin başlangıcı olan 6-7 yaşları, ergenlik dönemi başlangıcı olan 9-16 yaşları arası, bedeni olgunluk yaşı kabul edilen 23 yaşı, akli olgunluk ve cennet yaşı kabul edilen 33 yaşı insanların özel önem arz eden yaşlarıdır. Fakat 40 yaşının tüm bu yaşlardan daha fazla önem arz ettiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Çünkü 40 yaş Ruhi Olgunluk yaşıdır. İnsan için asıl önemli olan da zaten ruhi olgunluktur.

Kırk yaşının Ruhi Olgunluk yaşı olduğunda tereddüt yoktur. Çünkü bu, insanın mimarı olan yaratıcının sözleriyle sabittir. Kur’an-ı Kerim Ahkaf Suresinin 15. ayetinde “Biz insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu ne zahmetle karnında taşıdı ve ne zahmetle doğurdu! Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır. Nihayet olgunluk çağına gelip, kırk yaşına varınca şöyle der: Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et. Neslimi de salih kimseler yap. Şüphesiz ben sana döndüm. Muhakkak ki ben sana teslim olanlardanım” buyrulmaktadır. Ayrıca Hz. Muhammed (SAV)’e kırk yaşında peygamberlik verilmesi ve rivayetlere göre peygamberlerin birçoğunun da kırk yaşından sonra peygamber olması, kırk yaşının olgunluk sınırı olduğunun farklı ispatları niteliğindedir.

Kırk yaş sınırı sadece ruhi olgunlukla önem kazanmamaktadır. Sosyal, kültürel, psikolojik, dini, tıbbi gibi hayata dair akla gelebilecek hemen her yönden, gerek kadın gerekse erkek açısından kırk yaşının bir dönemeç noktası oluşturduğunda tereddüt yoktur. Sosyal hayatımızda zaman zaman duymakta olduğumuz kırk yaş gerçekleri, kırk yaş korkusu, kırk yaş erkeği, kırk yaş kadını, kırk yaş sendromu, kırk yaş duası, kırk yaş ilişkileri, kırk yaş muhasebesi, kırk yaş mağduru, kırk yaş bunalımı, kırkına merdiven dayamak, kırkını aşmak gibi ifadeler de bu durumun bir ispatı niteliğindedir.

Şiirlere, şarkılara konu olan kırk yaş, bir tepeye çıkış ile tepeden inişin ara noktası yani tepenin üzeri gibidir. Bundan dolayı pek çokları tarafından yolun yarısı olarak nitelendirilse de bahsettiğimiz tepenin çıkışı ile inişi aynı mesafe olmayabilir. Zira otuz beş yaşını yolun yarısı olarak kabul eden şairimiz, belirttiği bu rakamı dahi ikiye katlayamamıştır. Ancak kırk yaşının yolun yarısı olup olmayacağı bilinmese de tepenin tam üzeri olduğu kesindir.

Tepenin öteki tarafının olgunluk süreci olması sebebiyle, kırk yaşına, dış dünyadan sıyrılıp kendi özünüze dönüş sürecimizin başladığı bir sınır anlayışıyla bakabiliriz. Kırk yaş, birçok şeyin bittiği bir dönem değil, aksine bir başlangıçtır. Gençlikte yapılan hatalar sonucunda elde edilen tecrübelerin hasat zamanıdır. Mantıksız ve asabi düşünce ve davranışların, yerini merhamet ve insanlığa bırakmaya başladığı yaştır. Bu sebeple kırk yaşına üzüntü, endişe ve korkuyla değil, tam tersine “Hayat kırk yaşında başlar” anlayışıyla bakmak gerekir. Kırk yaş, tebrik ve takdir edilme yaşı olarak görülmelidir.

Bu vesilelerle ben de kırk yaş ve sonrasını, yani Ruhi Olgunluk dönemini yaşamakta olan tüm kardeşlerimizi tebrik ediyor, kendilerine huzur dolu nice yıllar diliyorum.

28.03.2012

HASTANE PERSONELİNİN ANLAYIŞSIZLIKLARI


            28.02.2012 tarihinde çocuğumuzun ameliyatı sebebiyle sabah saat 06:30’da KTÜ Farabi Hastanesine gittik. KBB’de ameliyat olacak 13 yaşındaki çocuğumuzla birlikte 10 yaşındaki kardeşi de bizimle beraber gelmişti. Durumu ifade ettiğimizde Güvenlik geçişinde hiçbir sorun yaşamadan servise alındık. Büyük çocuğumuzun ameliyatının yaklaşık öğle vakitlerinde tamamlanmasının akabinde, hastanede refakatçılara öğle yemeği verilmiyor olması sebebiyle küçük çocuğumuz ve annesi bir şeyler yiyebilmek için KBB servisi dışına çıktılar. Dönüşlerinde hastane güvenliği tarafından küçük çocuk içeriye alınmadı; bunun yanı sıra ziyaret saatine yarım saat kaldığı ifade edilerek, refakatçi konumundaki eşim de içeriye alınmayıp ziyaret saatini beklemesi söylendi. Eşimin telefon açması üzerine çıkıp güvenlikle görüştüm. Çocuğu bırakabileceğimiz bir kişi ya da yer olmadığını, sabah geçişimizde de bir ikaz ya da engelle karşılaşmadığımızı defalarca izah etmemize rağmen, güvenlik çocuğun geçişine, “Sabah geçmişse de şimdi geçemez”, “Şuraya oturtup gidin ama biz sorumluluk almayız”, “Hastane kurallarını bilmiyorsanız bu bizi ilgilendirmez” gibi nezaket, saygı ve insanlıktan uzak ifadelerle hem müsaade etmedi hem de yol göstermeyip yardımcı olmamak bir yana adeta gövde gösterisi yaptı. Aramızdaki tartışmalar bağrışmaya kadar vardı ve çocuk ağlamaya başladı. Ben tekrar servise inip doktordan rica ederek güvenliğin aranmasını sağlamak zorunda kaldım ve ancak bu şekilde çocuğu yanımıza alabildik.

            Hastane servislerine çocuk sokulmaması, sağlık tedbiri açısından belki kurallar gereğidir. Ancak aynı kurallar hasta, refakatçı ve çocukların psikolojik sağlıklarının da aynı şekilde korunmasını emreder. Hasta ya da yakınları, hastane kurallarını bilmeyebilir, zaman zaman yanlış davranışlarda bulunabilir ya da kurallar dışına çıkmak zorunda kalabilir ki bu durumlar hastane personeli için de aynen geçerlidir. Ancak böyle durumlarda tarafların hiçbir zaman birbirlerini anlamsız mağduriyetlere uğratmamaları gerekir. Hastanenin randevusuz sistemle çalışması sebebiyle sabahın köründe aç-susuz evinden çıkmış; hastası ameliyattan çıkıp daha henüz ayılmamış; açlık, uykusuzluk ve yorgunluğun yanı sıra iş ve sosyal yaşantısını da idame ettirmenin çarelerini aramakta olan bir hasta ve yakınına anlamsız mağduriyetler yaşatmak; nezaket, saygı ve insanlıktan uzak davranışlarla çocukların dahi psikolojik istismarına sebebiyet vermek, hasta ve yakınları için mağduriyetin yanı sıra hastaneler için de önemli itibar kaybıdır. Ayrıca her zaman geçerli olması gereken bir kural sabah farklı, öğleyinde farklı uygulanmaz. Söz konusu mağduriyetlerin yaşatılması başta insanlık kurallarının ihlalidir ve insanlık kuralları hem hastane kurallarından hem de her türlü kuraldan önce gelir. Tabi “Vur” deyince “Öldür” anlamayan, insanlık ve vicdandan nasibini alabilmiş kimseler için bu böyledir.

            Hem randevusuz çalıştığı için sabahın karanlığında insanları aç-susuz hastane yollarına düşüren, hem de hasta psikolojisinden hiç anlamayan personellere sahip olması sebebiyle hasta ve yakınlarını hiç olmadık mağduriyetlere uğratan, gerek Farabi gerekse benzeri tüm hastanelerimizin, her şeyden önce insanlık ve vicdan kurallarını benimsemelerini ve uygulamalarını ümit ve temenni ediyorum. 

30.01.2012

Türkiye iş ilanları, Türkiye bölgesinde iş arama:  http://jooble-tr.com/ 

12.12.2011

ARZU EDİLEN ASKERLİK


1996 yılında Şırnak Silopi’de Yedek Subay Teğmen rütbesiyle vatani görevimi ifa etmekteyken çok farklı kimliklere sahip askerlerim olmuştu. Güney doğu için çok elverişli fiziksel ve ruhsal yapıya sahip askerlerimizin varlığının yanı sıra, tamamen çocuksu özellikler taşımakta olan askerlerimiz de mevcuttu. Nöbet tutarken korkan ya da operasyon bölgesine gitmemek için gözyaşı dökerek yalvaran askerlerden tutun da memleketine izne giderken geri dönüp kaldığı yerden devam edeceğini hesap edemeyerek gitmeden önce botlarını çöpe atan askerimiz bile mevcuttu. Bu askerlerle uğraştıkça, asker dağıtımı esnasında güney doğuya böyle askerlerin nasıl gönderilebildiğini düşünürdüm.

Aslında bu konuya daha genel olarak bakılırsa teskereci askerlerin en az yarısının, karakterleri ve uygun pozisyonda görevlendirilmemiş olmaları sebepleriyle askerlik hizmetinde verimli olamadıkları anlaşılır. Geri kalan kısmı ise gerekli askeri eğitimleri alıp tam verimli olacakları pozisyona gelince askerlik süreleri dolduğundan terhis olmaktadırlar. Yani ordu içerisindeki asker sayısının çok olması, ordunun bu sayıyla orantılı olarak verimli olduğu anlamına gelmemektedir. Ayrıca teskereci askerlerin, sosyal ve lojistik ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla yapılan maddi ve manevi harcamalar da konunun dikkate alınması gereken çok önemli bir başka boyutudur.

Askerliğin, sadece askerlik süresince değil, askerlik sonrası sosyal hayat içerisinde, kişileri fiziksel olarak daha güçlü, psikolojik olarak da daha olgun ve sabırlı kıldığı klasik yorumunu dikkate alırsak, bu düşüncenin eski dönemler için doğru olsa da günümüzde geçerliliğini büyük ölçüde kaybettiğini söyleyebiliriz. Çünkü günümüzün gençleri aldıkları eğitimle ve yaptıkları sportif faaliyetlerle zaten olması gereken olgunluğa ve güce ulaşmaktadırlar. Onlarca yıl önce okul öğrencileri arasında bir tek sınıf farkının var olması bile anlaşmazlık ve kavgalara yol açmaktayken, günümüzde ilköğretim birinci sınıf öğrencileriyle lise son sınıf öğrencilerinin dahi rahatlıkla arkadaşlık yapabildiklerini görmekteyiz. Sadece bu örnek bile gençliğin, zaman içerisinde olgunlaşma konusunda kat ettiği aşamanın büyüklüğünü, takdir edilecek ölçüde gözler önüne sermektedir.

Okullarından mezun olmuş ve tam hayata atılacak ya da atılmış olan gençlerin, sosyal hayatlarını düzene koymaları aşamasında askerliğin çoğu yönden bir engel olarak karşılarına çıkmakta olduğunu da dikkate alırsak, askerlikle ilgili düşüncelerimizi kısaca şöyle ifade etmemiz gerekir:

Ülkemizde güvenlikle ilgili iki kurum, emniyet ve ordudur. Ordudaki sistem de emniyet tarzına dönüştürülmeli, mecburi teskereci askerlik tamamen kaldırılmalı, istekli ve elverişli olan gençlerden oluşmuş profesyonel ve maaşlı askerlik sistemi uygulamaya konmalıdır. Tek tip askerlik ve benzeri modeller düşünülmemelidir. Profesyonel askerliğe geçişle birlikte, bir daha hiçbir zaman gündeme alınmamak üzere bedelli ve dövizli askerlik uygulamalarına da son verilmelidir. Para, hiçbir zaman hayattaki en hakiki mürşit olan ilmin önüne geçememelidir. Birileri para karşılığında vatani görevinden muaf olurken, birileri doçent, profesör unvanına sahip olsa bile askerlik yapmaya mecbur edilmemelidir. Mizahi maksatlı söylenmiş olsa bile “Her fakir asker doğar” ifadesinin haklılık payı içermesine müsaade edilmemelidir. 

26.05.2011

KADERİN DEĞİŞKENLİĞİ


Bazı konular vardır ki onlar hakkında geçmişten günümüze kadar sayısız eserler ortaya konmuştur. Bu durum bizi, söz konusu konuları tekrar ele almaya gerek olmadığı mantığına götürür. Ancak bu genellemeye rağmen yine de zaman zaman bazı konuların belli kriterlerini tekrar ele almaya ihtiyaç duyabilmekteyiz.

Bu konulardan birisi de Kader inancıdır. Kader konusunda sayısız kitap, makale, video, slayt gibi çalışmalar bulabilmekte; son derece akıcı ve güzel hazırlanmış eserler görebilmekteyiz. Bu sebeple maksadımız kader konusunu yeniden ele almak değildir. Ancak “Kader değişir mi?” gibi bir soru karşısında, kaderin ele alınmış olduğu çalışmaların verebildikleri cevaplar hala daha yetersiz gibi görülmekte olduğundan, sadece bu soru üzerine bazı fikirler beyan etmek gerekli ve faydalı olacaktır.

Kader üzerine hazırlanmış eserlerde, “Kader değişir mi?” sorusuna, birbirinden farklı fikirlerle yaklaşılmış, bu durum ise inanç asçısından çok kritik bir pozisyonu olan bu soru karşısında kafaların daha da fazla karışmasına sebebiyet vermiştir. Kaderin değişkenliği hususunu bu şekilde anlaşılmaz kılan, esasında kaderin tanımının, kader hakkında hazırlanan çalışmalar içerisinde net bir şekilde ortaya konmamış olmasıdır. Bu durum ise sorunun çözümüne, kaderin tanımıyla başlamayı gerekli kılar.

Kaderi iki farklı şekilde tanımlamak mümkündür: Birincisi şudur ki; Kader, gelecekte yaşanacak olaylar dizisidir. İkinci tanımı ise; Kader, gelecekte yaşanacak olayların daha önceden yaratıcı tarafından bilinmesidir.

Bu iki tanım birbirinden tamamen farklıdır. Birinde yaşanacak olaylar zincirine kader denilirken, diğerinde ise yaşanacak olayların bilinmesine kader denilmiştir. Kader için her iki tanım da doğrudur. Ancak kaderle ilgili değerlendirmeler yapılırken, hangi tanımın dikkate alındığı mutlaka ortaya konmalı ve tüm fikirler bu tanım üzerine inşa edilmelidir. Aksi halde fikir vermeye çalışan kişi bir tanım noktasında bulunurken fikir almaya çalışan ise diğer tanım noktasında bulunursa, kaderi anlamak amacıyla yapılan gayretler boşa gitmekle kalmayıp kafaların da gereksiz yere karışmasına sebep olur.

Kaderin tanımını iki farklı şekilde ve net olarak ortaya koyduktan sonra, kaderin değişkenliği sorusuna, tanımlara göre cevap vermek artık kolay hale gelmiştir. Birinci tanıma göre kader mutlaka değişirken, ikinci tanıma göre ise kader asla ve asla değişmez. Birazcık açacak olursak, eğer gelecekte yaşanacak olaylar zincirine kader diyorsak, gelecekte yaşayacaklarımızı zaten biz belirlemekteyiz. Bu noktada yaratıcımız sadece onay makamındadır. Eğer gelecekte yaşanacak olayların daha önceden yaratıcı tarafından biliniyor olması durumuna kader diyorsak, bu durumda kader asla değişmez; çünkü yaratıcımız, kendine has sıfatı ile geçmişteki olayların yanı sıra gelecekteki olayları da aynen bilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken, yaratıcının gelecekteki olayları sadece bilmesi, yani onlara müdahale ediyor olmamasıdır. Kulun yaşayacağı olayı yaratıcı bildiği için kul o olayı yaşamaz; kul o olayı yaşayacağı için yaratıcı bunu bilir. Benzetme yaparak örnek verecek olursak; gündüz öğle vakti biliriz ki birkaç saat sonra gece olacaktır. Biz gece vaktinin geleceğini bildiğimiz için gece olmaz, gece vakti geleceği için biz bunu biliriz. Başka bir örnek verecek olursak, astronomi uzmanları aylar hatta yıllar sonrası için bir tarih vererek o tarihte güneş tutulması yaşanacağını söylemiş olsalar, uzmanlar o tarihi söylediler diye güneş o tarihte tutulmaz; tam tersine güneş o tarihte tutulacağı için uzmanlar bunu söylemiş olur. Benzeri şekilde pek çok örnek verilebilir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki kaderin değişip değişmeyeceği hususu, neye kader dediğimize bağlıdır. Kaderin tanımı ile değişkenliği hususlarını beraberce doğru olarak gruplandırdıktan sonra, bu konuda artık zihinlerde soru işareti kalmayacaktır.

Kader konusunda, kadercilik yanlışından uzak, bulanık olmayan, doğru mantığa sahip olabilmemiz dileğiyle… 

11.02.2011

DÜNYANIN TEK SORUNU



Sosyal yaşantımız içerisinde her zaman, her konuda ve her ortamda bir şeyleri tartışıp durmaktayız. Hayatta o kadar çok sorun var ki doğal olarak sorunlara yönelik tartışmalarımız da tartışma grupları içerisinde en büyük oranı oluşturmaktadır. Bir kısım tartışmalarımız yayılarak medyaya, köşe yazılarına, TV-Radyo programlarına kadar uzanmakta.

Sorunlara yönelik tartışmaların had safhaya ulaşan yoğunluğuna rağmen, dikkatle incelenirse çoğu tartışmada sorunun köküne ulaşılamamakta, sadece kıyısından, köşesinden geçilebilmektedir. Böyle olunca da sorunların köklü çözümüne yönelik bir düşünce ya da icraat da ortaya konamamaktadır.



Konu ne olursa olsun, sorunlara yönelik tüm tartışmalarımızda eğer sorunun köküne inebilmiş olsaydık, aslında tüm dünyada yalnız ve yalnız bir tek sorun olduğunu, tüm sorunların ortaya çıkmasına da sadece bu sorunun sebep olduğunu çok açık ve net bir şekilde görebilirdik. Bütün sorunların anası olan dünyanın bu tek sorununun ne olduğuna geçmeden önce kıssadan hisse maksatlı olarak anlatılan şu hikâyeye kulak verelim:

Çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış. Ama bu ülkede hukuk ve hâkimler de varmış.
Törelere göre, bir vatandaş öldüğünde, şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. Uzun uzun da yankılanırmış.
Eşraftan birisi ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse üç defa çalınırmış.
Ya kral? O öldüğünde, çan dört defa çalınırmış.
Gel zaman git zaman... Şehirde bir olay olmuş, iş mahkemeye intikal etmiş...
Davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini ise bütün vatandaşlar bilmekteymiş.
Bir formalite olarak görülmesi gereken ve beraat kararı beklenen davadan sürpriz bir karar çıkmış ve sanık para cezasına mahkûm olmuş...
Hâkim dava sonunda sanığa bir diyeceği olup olmadığını sormuş. Sanık ise olumsuz yanıt vermiş.
Mahkeme bitmiş, dinleyiciler dağılmış. Ancak, hepsinin kafasında derin bir kaygı oluşmuş.
Kısa bir süre sonra çanın sesi duyulmuş. Herkes birbirine bakmış; acaba kim öldü diye düşünmüşler.
Çan bir kez daha çalmış. Bu durumda eşraftan kimin öldüğünü soruşturmaya başlamışlar.
Tüm kent çan sesi ile bir kez daha sarsılmış. Herkes büyük bir devlet adamının öldüğünü sanmış. Acaba kim diye tahmin yürütürlerken çan bir kez daha çalarak yeri, göğü inletmiş.
Kent halkı inlemiş: "Eyvah!.. Kralımız öldü!.."
Ancak, hiç alışıldık olmayan bir şekilde çan beşinci ve son kez çalmış. Bir müddet sonra mutlak bir sessizlik kent meydanına egemen olmuş. Herkes bu beşinci çanın ne anlama geldiğini öğrenmek için çan kulesine koşmuş.
Bir de bakmışlar ki çanı, haksız yere mahkûm edilen adam çalmaktaymış. Kendisine heyecanla bu beşinci çanın ne anlama geldiğini sormuşlar.
"Acaba kraldan daha önemli biri mi öldü?" demişler.
Yanıt şaşırtıcı olduğu kadar derin bir anlam da içermekteymiş:
"Evet! Adalet öldü!.."

Hikâyede de vurgulandığı gibi adaletin ölmesi, gerek bir ülke, gerekse tüm dünya için devlet adamından da, devlet başkanından da, her şeyden de çok daha önemli bir sorundur. Tüm dünya için bütün sorunların anası olan tek sorundur adaletin ortadan kalkması.

Dikkatlice düşünülürse açıkça anlaşılır ki adaletin varlığı her türlü sorunu ortadan kaldırırken, adaletin yokluğu da her türlü sorunun ortaya çıkmasına sebep olur. Bunun içindir ki tüm ilahi kanunlarda her şeyden daha önce adalet emredilmiştir. Bunun içindir ki adalet mülkün, devletin, hâkimiyetin, saltanatın temeli olmuştur. Bunun içindir ki oluşan her devlet, toplum, camia, millet ve benzerleri, adaletle görevlendirilen kişi ve kuruluşlarının tamamen bağımsız kılınması fikri ve gayreti içerisinde olmuşlardır. Bunun içindir ki kul hakkını yaradan dahi affetmemektedir. Bunun içindir ki mahkeme-i kübrada en önemli konu adalet olacaktır. Hangi tip sorun olursa olsun, çözümünün adaletten geçecek olması, şüphe duyulamayacak çok açık bir gerçektir.

Bu aşamada adalet ile eşitlik arasındaki farkı da kısaca anımsamakta fayda vardır. Kişi bazında düşünülürse, eşitlik herkes için aynı şartların ortaya konulması iken, adalet ise kişinin hak ettiği şartlara maruz bırakılmasıdır. Basitçe bir örnek verilecek olursa kadın ve erkeğe aynı fiziksel gücü gerektirecek işlerin yaptırılması eşitliktir ancak adalet değildir. Kadına ve erkeğe kendi fiziksel güçleriyle orantılı işlerin yaptırılması ise adalettir ancak eşitlik değildir. Başka bir örnek verecek olursak bir kavgada güçsüzün yanında bulunmak eşitliği sağlamaya çalışmak olabilir; ancak adalet güçsüzün yanında güçlünün karşısında olmak değil, haklının yanında haksızın karşısında olmaktır.

Sağlanmaya çalışılan daima adalet olmalı, eşitliğin sağlanıp sağlanmadığı dikkate alınmamalıdır. Çünkü çoğu zaman eşitliğin sağlanması, adaletin zedelenmesine sebep olmaktadır.

Dünyadaki tüm sorunların çözümünün sihirli formülü olan adaletin sağlanması, çoğumuzun yaptığı gibi karşımızdaki insanı düzeltmeye çalışarak gerçekleştirilemeyecektir. Sihirli formülün gerçekleşebilmesi, aynaya bakarak kendimizi düzeltebilmemizle mümkün olabilir. Adaletin tecelli etmesi adına, herkesin kendine düşeni yapabilme gayreti içerisinde olabilmesi dileklerimizle…