KAÇ DEFA ÖLÜR İNSAN..?
Yürümekten
dolayı hafif yorgun düşmüş haldeyken, yaklaşan namaz vaktini de dikkate alarak
yakınlarda bir cami aradı gözüm. Kısa süre sonra aradığıma kavuşmuştum. Namazın
ardından, cami avlusuna getirilmiş bulunan cenaze sebebiyle cemaat avluda
toplanmaya başladı. Bir yandan da cemaatten bazıları, tabutun yanı başında
durmakta olan orta yaşa yakın ve oldukça üzüntülü görünen iki gence başsağlığı
dilemekteydi. Başsağlığı ifadelerinden, ölenin, gençlerin babaları olduğu
anlaşılmaktaydı. Namaz sonrası cenaze, omuzlarda taşınmak suretiyle cadde boyunca
ilerlemeye başladı. Nereye götürüldüğünü bilmediğim halde, cemaatin bir kısmı
ile beraber, nedense ben de tabutun ardından yürümeye devam ettim. Bu esnada
bir yandan gözüm ölenin çocuklarına ilişmekte, bir yandan da kendi iç dünyamda
bazı soru ve cevaplar aramaktaydım. Bu ölüm, ardından yürümekte olduğumuz
mevtanın son ölümüydü, bu kesin. Ama acaba kaçıncı ölümü son ölümü olmuştu?
Sahi kaç defa ölürdü bir insan..?
Kim
öldürmüştü bu adamı; çocukları mı, eşi mi, inandıkları mı, güvendikleri mi,
yaşadıkları mı ya da daha başka şeyler mi? Yoksa aklıma gelen ihtimaller bu
ölümüne değil de önceki ölümlerine mi sebep olmuştu? En çok neler sebep olurdu
insanın ölümüne? Son ölüm mü, yoksa önceki ölümler mi daha zor olurdu? Bu gibi
sorularla yoğrulurken,
“Ölmek değildir
ömrümüzün en feci işi,
Müşkil şudur ki
ölmeden önce ölür kişi.”
dizeleri geldi aklıma. Gerçekten
ne kadar da doğru bir ifadeydi. Belki daha çok tasavvufi anlamda nefsi
öldürmekten bahsediyordu dizeler. Ancak beden ölümü için de aynı yorum
yapılabilirdi.
Belki de en
çok yıkılıp heba olan hayaller öldürüyor insanı. Kendisi, ailesi, çocukları
için kurduğu hayaller, düşündüğünün tam tersine gerçekleşince yıkılıyor, ölüyor
insan. Ayakta kuruduğundan, ölü olduğu halde canlı gözüken ağaca benziyor.
Harcanan sayısız emek, zaman ve her türlü imkân heba olup gidiyor ve sonuç
olarak da hayal kırıklığından başka bir şey yaşanmıyor çünkü.
Tabutun
ardından bu düşüncelerle yürümekteyken, bir de yanımda yürümekte olanları düşündüm.
Muhtemelen onlardan birçoğu da ölüydü. Belki çocukları okusun, adam olsun, hâkim,
doktor, öğretmen, mühendis olsun diye çırpınırken; umutları suya düşmüş,
ölmüşlerdi. Belki daha da kötü, çocukları hiçbir baltaya sap olmazken bunun
yanı sıra kumarbaz, yalancı, hırsız, ayyaş olmuşlar ve bu halleriyle
öldürmüşlerdi babalarını. Belki de benzeri daha başka sebepler ölümüne sebep
olmuştu bu insanların.
Düşüncelere
o kadar yoğunlaşmıştım ki, çok yakınımda yürümekte olan bir şahsa, farkında
olmadan seri bir hareketle dönerek, adeta bir ölüye bakar gibi bakınca; şahsın “ne
oldu ki” dercesine sarf ettiği karşı bakışlarına maruz kaldım. Bu gelişmeyle
birlikte, aslında gerçeklerin ta kendisini içeren düşünce âleminden çıkarak,
yeniden yalanlar dünyasına geri döndüm…