24.10.2013

YOĞUN BAKIM-SIZLIK


Son yıllarda Sağlık hizmetlerinde her yönden önemli ölçüde iyileşmeler yaşanmaktadır. Gerek prosedürler, gerekse tedavi yöntemleri konusunda büyük rahatlık oluşturacak uygulamalar gerçekleşmiştir. Ancak insanoğlu tabiatı gereği her zaman daha iyisine kavuşabilme beklentisi içerisinde olur. Bu gayet normal ve olması gereken bir ruh halidir.

Daha iyi, daha doğru ve daha güzele ulaşabilmemiz için mevcut durumu çok iyi tahlil etmemiz ve taleplerimizi de o ölçüde makul olarak ortaya koyabilmemiz gerekir. Bu itibarla, son aylarda, yakın akrabalarımızdan ve komşularımızdan bazılarının, hastane Yoğun Bakım Ünitelerinde yaşadıkları olumsuz durumları dikkate alarak, hastanelerin Yoğun Bakım Üniteleriyle ilgili bazı tahliller yapmayı gerekli görüyoruz:

Malum olduğu üzere yoğun bakım ünitelerine hastaların hassas durumları sebebiyle hasta yakını alınmıyor. Bu gayet normal gözüküyor. Ancak gerek yoğun bakımda yattıktan sonra taburcu olan hastalarımızın ifadelerinden, gerekse hasta yakını olarak kendi gözlemlerimizden anlamaktayız ki; yoğun bakım ünitelerinde yatmış olan hastalar, yoğun bakımdan çıktıktan sonra, mevcut hastalıklarının haricinde yoğun bakımda yatmış olmalarından dolayı da ayrıca bir tedavi sürecine ihtiyaç duymaktalar. 

Çünkü bu hastaların yoğun bakımda kolları yatağa bağlanmakta ve hastalar genel olarak sırt üstü yatırılmaktalar. İlk bakışta bu uygulama gerekli ve normal görünmekte ise de haftalar veya aylar boyunca uzun süreli yoğun bakımda kalan hastalar için bu durum hiç de kolay bir süreç olmamaktadır. Hastaların yatağa temas halinde bulunan cilt bölgelerinde cilt gözeneklerinin solunum yapamaması sebebiyle yaralar oluşmakta, ağız yoluyla beslenemeyen hastalarda ağız ve boğaz kuruluğu sebebiyle çeşitli sağlık sorunları baş göstermektedir. Üzerlerine yatmakta oldukları vücut bölgelerinde aşırı ısınma, kaşınma ve çıkan yaralardan dolayı da aynı zamanda ızdırap hissi yaşamaktadırlar. Tüm bu sorunlar, Tıpta korkuyla bakılan enfeksiyon rahatsızlıklarını başlatmakta ve zaten mevcut hastalıklarıyla mücadele halinde olan hastaların sorununu kat kat artırmakta, enfeksiyon hastalıklarının da eklenmesiyle birlikte artık çoğu hastaların vücut dirençlerinin yetersiz kalması sonucunda hayatlarını kaybetmelerine ya da kalıcı sakatlıklarla kaderlerine terk edilmelerine sebep olmaktadır.

Bilinci yerinde olan hastalar için, geçen uzun zaman içerisinde yakınlarıyla görüştürülmemeleri de ayrıca psikolojik bunalım oluşturmaktadır. Yani her türlü hastalığın genel bir devası olarak kabul edilen moral kaynağı, tamamen ortadan kaldırılmaktadır.

Yoğun bakımda hastaların bakımıyla görevli bulunan personelin çoğunda, hastaya karşı olması gereken samimiyet ve merhamet hisleri bulunmamakta; ayrıca bu personel, kendilerinin hasta yakınlarınca takip edilemiyor olmaları sebebiyle de hasta bakım işlemlerinde gerekli hassasiyeti göstermemektedirler. Bir kısım ünitelerde hasta yakınlarına hastayla görüşme imkanı hiç tanınmazken, bir kısmında ise günde yalnızca bir kişinin en fazla birkaç dakika hastayı görebilmesine müsaade edilmektedir. Bu durum, zaten moralsizlik ve yorgunluktan harap ve bitap düşmüş bulunan hasta yakınlarının kafalarında pek çok soru işaretleri oluşturmakta, hastanın ve görevli personelin durumuyla ilgili olumsuz senaryolar üretmelerine sebep olmaktadır. Konuyla ilgili büyük-küçük daha pek çok sorun saymak mümkündür.

Oysa bu sorunların önemli bir bölümünün çözümü hem mümkün hem de kolaydır. İlk etapta Yoğun Bakım Ünitelerinin fiziksel ve inşai yapılarıyla ilgili bazı değişiklikler yapılması gerekir. Yoğun bakım ünitelerine görevli personel haricinde hiç kimsenin alınmaması, hastanın sağlığı açısından şart olduğuna göre; bu durumda yine içeriye görevli haricindeki kimselerin girmesine gerek kalmadan hasta ile yakınının birbirlerini görmesi sağlanabilir. Bu durum sağlık açısından hiçbir mahsur oluşturmamakla beraber, hasta ve yakınları açısından da pek çok fayda da sağlar. Zaten bakım periyotlarında birbirine benzeyen rutin işlemlerin yapılmakta olduğu yoğun bakım hastalarının, zaman zaman özel durumları sebebiyle başkaları tarafından görülmemeleri gerekiyorsa, oluşturulacak görüntü sistemine bu imkan da ilave edilebilir. Görüntü sistemi tesis edilmesi sayesinde, hasta yakınlarının neredeyse her an hastalarını görebiliyor olmaları ve bilinci yerinde olan hastaların da aynı şekilde kendi yakınlarını görebilmeleri, aynı zamanda hastanın çok daha yoğun bir şekilde takibinin sağlanmasının yanı sıra yoğun bakım ünitesi görevlilerinin de otomatik olarak denetlenmesi anlamına gelecektir. Söz konusu görüntü imkanı, fiziksel ve inşai olarak sağlanabileceği gibi, elektronik kamera sistemleri ile de gerçekleştirilebilir. Ya da her iki yöntem beraberce de kullanılabilir. Ayrıca görüntü sistemine belli kıstaslarla ses sistemi, alarm sistemi ve akla gelebilen daha başka sistemler de ilave edilebilir. Eğer hesaplanacak olursa tüm bu iş ve işlemlerin maliyetlerinin çok büyük rakamlara ulaşmadığı da görülecektir.

Bu teknolojik imkanları kullanmanın yanı sıra, en azından bazı hasta yakınlarının, gerekli hijyenik koşulları sağlıyor ve gerekli bilince sahip olmaları şartı ile hastalarına belli ölçüde refakat etmelerine müsaade edilebilir. Nice hasta yakınları, yoğun bakım personelinin taşımaları gereken şartlardan çok daha iyisine sahiptirler ve de çok kısa süre içerisinde ne yapmaları gerektiği hususunda gerekli bilgi ve bilince sahip kılınabilirler.

Yoğun bakım üniteleri, çok uzun süre belki hiç hareket etmeden yatmak zorunda olan hastalarla dolu olduğundan, bu ünitelerde yatak ve benzeri hasta malzemelerinin, yoğun bakım şartlarına uygun seçilmiş olması da zorunlu bir gerekliliktir. Her ne kadar Yönetmelik, Tüzük gibi mevzuatta bu malzemelerin yoğun bakıma özel olması gerektiği ifade edilse de uygulamalarda yoğun bakım yatak ve malzemeleri ile sıradan servis yatak ve malzemeleri arasında fark olmadığını müşahade etmekteyiz. Bu gibi hususların tetkiki amacıyla gerekli denetimlerin zamanında yapılması ve artırılması şarttır.

Hastalar, sayılan bu ve benzeri imkanların kullanılmasının sonucunda, iyileşmenin en önemli şartı olan moral kaynağına sahip olabilecekler, mevcut hastalıklarının yanı sıra daha başka hastalık ve sıkıntılara maruz kalmayacaklar, kısa zamanda iyileşme aşamasını tamamlayacaklardır. Kullanılan bu imkanlar sonucunda Yoğun Bakım hastalarının ölüm oranı da önemli ölçüde azalacaktır. Hasta yakınları ise moralsizlik ve yorgunluktan harap ve bitap düşmüş olmayacaklardır.

Yoğun bakıma ve hatta hastanelere hiçbir zaman ihtiyacınızın olmaması ümidiyle…


18.07.2013

KUR'AN BU MUDUR?


Bir Ramazan’ı daha eda etmekteyiz. Ramazan denilince oruçtan sonra ilk akla gelen Kur’an olmaktadır. Kur’an’ın nazil ayı olan Ramazan’da tüm camilerde mukabeleler okunmakta, tüm Kur’an Kursları daha yoğun faaliyetler içerisinde bulunmaktadır. Kur’an okuma, dinleme, ve ezberine her gün saatler harcanmaktadır. Peki Kur’an ile ilgili gerçekleştirilen bunca faaliyet, Kur’an’ın maksadına uygun mudur?

Tabi burada “Kur’an’ın maksadı nedir?” sorusu çıktı karşımıza. Kur’an’ın nazil olmasındaki amaç, yine Kur’an’da ifade edilmektedir: İbrahim Suresi 52. ayette “İşte bu (Kur'an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek Tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir” buyrulmaktadır.

Bu durumda Kur’an’ın gönderilmesindeki amacın gerçekleşmesi için, öncelikle onun anlaşılması gerekeceği aşikardır. Bu husus ise şu ayetlerde açıkça ifade edilmektedir: “Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik (Yusuf Suresi 2. ayet)”. “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.) (Fussilet Suresi 44. ayet)”.

Bu ve benzeri ayetlerden, doğru yolu bulmak için önce Kur’an’ı anlamamız gerektiği gerçeğine ulaşmaktayız. Çünkü İslam’ın değişmez anayasası Kur’an’dır. Kur’an’ın anahtarı ise onu anlamaktır. Sosyal yaşantımızı Kur’an’a uydurabilmemiz için ilk şart Kur’an’ın ne dediğini anlayabilmemizdir.

Yapılan uygulamalara bakılınca ya Kur’an’ın Arapça olarak okunduğunu, ya manası bilinmeden ezberlendiğini, ya da bir kitap halinde saklanmakta olduğunu görüyoruz. Oysa gerçek Kur’an ne söz ve ezgidir, ne kitaptır, ne de kitapta bulunan yazılardır. Gerçek Kur’an manadır, doğru yolun gösterildiği soyut hakikatlerdir. Fakat maalesef yapılmakta olan bunca Kur’an çalışmaları içerisinde soyut manaya çoğu zaman hiç değinilmemektedir. Mukabelelerde her gün on yaprak Kur’an okunmasına rağmen, okuyan ve dinleyenlerin, okunan Kur’an’ın bir tek kelimesini dahi anlamadan bu faaliyeti göstermekte olmaları ne kadar vahim bir durumdur. Böyle bir çalışma Kur’an’ın maksadına uygun olabilir mi?

Ashab zamanında Kur’an Hafızlığının çok değerli olması ve hafızlığı öven Hadis-i Şeriflerin mevcut olması, o hafızların, ezberledikleri Kur’an’ın aynı zamanda manasını da anlıyor olmalarındandı. Günümüzde, neredeyse bir Fatiha Suresinin dahi anlamından habersiz olan çoğu hafızların, hafızlığı öven hadislere mazhar olduklarını düşünmek büyük bir cehalet olur.

Kur’an’ın sadece Arapça olarak okunması şuna benzer: Kur’an bir insana benzetilebilir. Nasıl ki bir insan ruh ve bedenden müteşekkildir; ancak insanı gerçek kimliğine sahip kılan ruhtur ve beden ruha ulaşmak için bir araçtır. Kur’an da aynı şekilde madde ve manadan müteşekkildir. Mushaf şekline getirilmiş kitap hali, yazısı ve hangi dilde okunursa okunsun okunduğunda ortaya çıkan sesi ya da ezgisi, Kur’an’ın madde kısımlarıdır. Ancak insanı gerçek anlamda ruhun temsil ettiği gibi Kur’an’ı da gerçek anlamda mana, yani emirler, yasaklar, bildiriler vb. temsil eder. Madde kısmı manaya ulaşmak için sadece bir araçtır. Asıl maksat da manaya ulaşmak olmalıdır.

Bu durumda mana diye tabir ettiğimiz Kur’an’ın gerçek ruhuna ulaşabilmek için, ön adım olarak iki seçeneğimiz vardır: Ya Arapça bilmeli, ya da Kur’an’ın meal veya tefsirlerini okumalıyız. Bu ön adım aşıldıktan sonra da Kur’an’ın ifadeleri üzerinde çok ama çok düşünmeli, bunu yaparken de yaratılmış olan her bir varlıktan feyiz almalıyız. Eğer Kur’an öğretmekle görevli isek tüm bunları uygulattırmalıyız. Aksi halde Kur’an’ı okurken de dinlerken de bilmediğimiz lisanda yazılmış olan bir yabancı dil eserini okumuş ya da dinlemiş oluruz ki bunu yapmak boşa zaman harcamaktan başka bir işimize yaramaz.

Günümüzde teknolojik çalışmalar Kur’an üzerinde çok kıymetli sonuçlar ortaya koymaktadır. Gerek çeşitli amaçlara yönelik bastırılmış olan renkli ve mealli Mushaflarda, gerek üretilmiş olan elektronik cihazlarda ve gerekse internet ortamında, Kur’an’la ilgili istenen her türlü bilgi ve kıyaslamalara ulaşılabilmektedir. Ancak bu imkanların ya da buna benzer şahsi yeteneklerin, Cami, Kur’an Kursu gibi Kur’an’la ilgili çalışmalar yapılmakta olan mekanlarda da geniş kapsamlı olarak kullanılması gerekir. Evlerimiz de dahil olmak üzere her nerede olursa olsun, okunan Kur’an’ın mutlaka akabinde mealinin de üzerinde düşünülerek okunması gerekir. Belki o zaman yapılan çalışmalar Kur’an’ın maksadına uygun olabilecektir.


Yüce Allah Kur’an’ı en iyi şekilde anlayabilmeyi ve Kur’an’ın gösterdiği doğru yol üzerinde yaşayabilmeyi cümlemize nasip eylesin.