27.10.2010

EDEB YÂ HÛ!


            Güzel ahlak, saygı, terbiye, hayâ, nezaket ya da daha geniş tarifiyle ruhun dine riayet eder yönde olması anlamlarına gelen Edeb, İslam’ın ve İslam Peygamberinin gönderilme gayesini teşkil eder. Resulullah (SAV) bir hadisinde “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmaktadır.
        

            Bir hadislerinde “Beni Rabbim edeblendirdi, ne güzel terbiye etti” buyuran Peygamber Efendimiz (SAV), müeddibinin Allah (CC) olması sebebiyle edebin zirve noktasındadır. Bu durum Yüce Allah (CC) tarafından Kur’an-ı Kerim’de de “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. (Ahzab–21)” şeklinde ifade edilmektedir. Hz. Aişe (RA) validemize “Resulullah (SAV)’in ahlakı nasıldı” diye sorulduğunda “Siz Kur’an okumuyor musunuz, O’nun ahlakı Kur’an’dı” buyurmuşlardır.


            Yüce İslam’ın ilk emri ilim öğrenmek olmasına rağmen, gönderilmesindeki gayenin “Ahlakı tamamlamak” olması, edebi ilimden önce gerekli kılar. Bu husus Yunus Emre’nin,

            “İlim meclislerinde aradım, kıldım talep,
            İlim geride kaldı, illa edeb, illa edeb.”

dizelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Yani edeb, ilimden de önce, manevi olgunluğun ilk şartını oluşturmaktadır. Yirmi sene boyunca İmam Malik Hazretleri’nin yanında bulunan Abdurrahman bin Kasım’ın, “Bu sürenin 18 senesini edeb, iki senesini de ilim öğrenmekle geçirdim; keşke hepsini Edeb öğrenmekle geçirseydim” sözleri çok düşündürücüdür. Anonim bir beyitte ise,

            “Edeb; ehl-i ilimden hâli olmaz,
            Edebsiz ilim okuyan, âlim olmaz.”

buyrulmakla, ilim inşası için edeb zeminine ihtiyaç bulunduğu anlaşılır.

            Hadis-i Şerif’te “Hiç bir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz” buyrulması ve yine başka bir hadiste “Utanmadıktan sonra dilediğini yap” buyruluyor olması maddi-manevi tüm değerler içerisinde en değerli olan ve her şeyden önce gelenin, ahlak yani edeb olduğunu gösterir. Tâbiînden Abdülmelik b. Ebû Süleyman (R.A.), bir gün meclisinde bulunanlara “Hiçbir güç sahibinin zorla elinizden alamayacağı şeyi kazanmaya çalışınız” demiş, “O nedir?” diye sorduklarında ise “Edep” cevabını vermişlerdir. 

            Edeb adeta ruhun örtüsü gibidir. Bir anonim beyitte,

            “Edebtir kişinin daim libası,
            Edebsiz insan üryana benzer”

buyrulurken bir başka beyitte ise,

            “Edeb bir tâc imiş nûr-î Hûda’ dan,
            Giy ol tâcı, emin ol her belâdan”

denilmekle edebin manevi koruyuculuk yönüne işaret edilmektedir.

            Edebin temel kaynağı olan Allah (CC) kelâmı Kur’an-ı Kerim, beyan ettiği esasların yanı sıra, “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz, anlamaz mısınız?” gibi ifadelerle de onu okuyanı tefekkür âlemine sevk etmektedir. Çünkü tefekkür âlemi, edebin inceliklerini kazandırmasının yanı sıra, insanın diğer canlılardan üstün olan düşünebilme melekesini de ortaya koyar. Hadis-i Şerif’te, manevi âlemle ilgili bir saat düşünmenin 70 yıl nafile ibadetten hayırlı olduğunun bildiriliyor olması, düşünmenin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Düşünmenin kıymetli olması, düşünenin de kıymetli olmasını sağlar. Bu itibarla tefekkür âleminde önemli derecelere ulaşmış olan Hz. Mevlâna gibi mânevi fikir adamlarına da “Düşünür” ünvanı verilmiş ve bu değerli şahsiyetler toplumların manevi önderleri olarak kabul ve değer görmüşlerdir.

            Bilhassa geçmişteki insanlar, ince düşünceleri sonucunda çok edebli söz ve davranışlar ortaya koyabilmişlerdir. Küfürlü ifadeler yerine dua ya da teselli içeren ifadeler kullanmak, kapıdan çıkarken arkasını dönmeyip geri geri çıkmak, gezerken yere yumuşak basıp ses çıkarmamaya çalışmak, söz kesmemek, sofrada önünden yemek, fısıltıyla ya da gizli konuşmalar yapmamak, büyük gelince ayağa kalkmak, misafire büyük hürmet göstermek, yiyeceğin kalitelisini ikram edip geri kalanla yetinmek, kimsenin karşısında yüz asmamak, kaba konuşmamak, yaradılanı yaradandan ötürü hoş görmek, kimseyi küçümsememek, kalp kırmamak, kapıdan yolcu edilen uzaklaşmadan kapıyı kapatmamak, kapı ve pencereleri çarpmadan yavaş ve saygılı bir şekilde kapatmak, çıkarılan elbise ve ayakkabıları düzenli bırakmak, konuşulan şahsın yüzüne bakmak, şahsî üzüntü ve sıkıntıları başkalarına yansıtmamak, başkalarının sahip olamadığı iyi durum ve nesnelerden onların yanında bahsetmemek, bir camia içerisinde daha huzurlu mekânları diğer kişilere tahsis etmek, hayvanlara şefkat ve merhamet ile davranmak, her türlü nesne ve gereçlere nazik davranmak, bitki ve çiçeklere canlılarmış gibi sevgi ve özenle davranmak, insanları üzecek şakalardan kaçınmak, yan yana geçilemeyecek yerlerde geçiş önceliğini yanındakine bırakmak, şahsen sahip olunan her türlü iyi imkân ve şartları en az bu ölçüde olmak üzere misafirlere de sağlamak gibi davranışlar bunlardan yalnızca bazılarıdır.

            Ancak tüm bu ve benzeri edebli davranışlardan da önde ve üstte olan bir düşünce ve davranış vardır ki bu davranış edebin zirvesini teşkil eder. İşte bu düşünce ve davranış, Yüceler Yücesi, Sultanlar Sultanı, kâinatın tek sahibi ve hâkimi, ezelden ebede bâki kalacak tek varlık, hiçbir şeye benzemeyen ve muhtaç olmayan, her şeyi görüp duyan ve bilen, her şeye gücü yeten ve her an bir şeyler yaratmaya devam eden Yüce Allah’ın, her ama her an huzurunda bulunulmakta olduğunun bilincinde olarak tüm söz, düşünce ve davranışları buna göre gerçekleştirmektir. Diğer bir deyişle Yüce Allah (CC)’ı görürcesine ve mümkün olduğunca O’na layık hareket etmek, O’nun görmekte ve izlemekte olduğunu hiçbir zaman unutmamaktır. Edebin bu zirve noktası, “Allah(CC)’ın huzurunda edeb gerekir” anlamında “Edeb Yâ Hû” tabiriyle günümüze kadar ifade edile gelmiştir. Allah (CC)’ın mevcut durumu görmekte olduğu hatırlatılarak insanların edebe yönelmesini sağlamak maksadıyla “Edeb Yâ Hû” ifadesi çoğu yerde yazılı olarak da bulundurulmaktadır.

            Büyük düşünür Hz. Mevlana, “Güzellik Mevlâ’nın lûtfudur, nurunun yansımasıdır; edeb ise kişinin gönül aynasıdır” der. Bu tarif gösterir ki, bir kişinin edebinin seviyesi, Yüce Allah (CC)’ın o kişi üzerindeki tecelliyatının derecesini gösterir. Resûlullah (SAV)’den sonra Evliyaullah’da görülen yüksek tecelliyat dereceleri, bu velilerden bir kısmını, Hallac-ı Mansur’da olduğu gibi “En-el Hakk (Ben Allah’ım)” diyebilecek derecede manevi sarhoşluğa sürükleyebilmiştir.

            Gönül aynalarımızın daima parlak olması ve Yüce Kur’an’ın doğrultusunda, Resûlullah (SAV)’in edebiyle edeblenebilmemiz temennilerimle… 

5.10.2010

GÜNEŞ VE RÜZGÂR


            Einstein tarafından ortaya konan E=mc2 formülü, kâinatta hayal dahi edilemeyecek büyüklükte bir enerjinin mevcut olduğunu gözler önüne sermektedir. Ancak teknolojik gelişmişliğiyle övünedurduğumuz çağımızda dahi bu enerjinin son derece az bir kısmını kullanabilmekteyiz. Hemen her konuda olduğu gibi enerji konusunda da taleplerin sınırsız, kullanılabilen kaynakların ise sınırlı olması, bizleri bu kaynakları verimli kullanmaya ya da diğer bir deyişle daha az kaynak ve enerjiyle daha çok iş yapabilmeye sevk etmektedir. Zaten tüm mühendislik alanlarının temelinde de bu mantık mevcuttur. Yani mühendislik sadece yeni teknolojik imkânlar tasarlamak değil, daha az enerjiyle daha fazla iş yapabilen ve enerjinin tümünü faydalanılacak işe dönüştürerek mümkün olan en yüksek verimle çalışabilen tasarımlar ortaya koyabilmektir. Daha az enerjiyle daha çok iş başarmaya çalışan tüm teknolojik ilimlerin ortak bir amacı da hiç şüphesiz, mevcut olmasına rağmen kullanılamayan enerji kaynaklarını kullanılabilir hale getirmektir ya da böyle olmalıdır.

            Kâinatta mevcut olan enerjinin neredeyse tamamına yakın bir kısmının kullanılamıyor olmasının elbette ki çok geçerli sebepleri vardır. Bu sebeplerden bir kısmı; gök cisimlerinden dünyaya henüz enerji aktarılamaması, dünyadaki su kaynaklarının hızla azalması ve bu sebeple suyun daha çok hayatın idamesi için kullanılır hale gelmiş olması, yer altı kaynaklarını araştırma ve bu kaynaklara ulaşma imkânlarının hâlâ daha çok kısıtlı olması şeklinde sayılabilir.

            Belirtilen bu engelleri aşabilmek tabi ki kolay değildir. Ancak kâinatta iki enerji çeşidi vardır ki bu enerji kaynaklarına ulaşabilmenin hiç ama hiçbir engeli yoktur. Hatta kâinatın kuruluşundan beri bu enerjiler insanların saçlarını okşamakta, gözlerinin nuru olmaktadır. Fakat maalesef teknoloji çağı diye de anılan günümüzde dahi bu güzide enerji kaynaklarına, yani Rüzgâr ve Güneş enerjisi kaynaklarına yeterince özen gösterilmemektedir. Söz konusu enerjiler, her gün tüm kâinata yayılmalarına ve bu kaynaklardan faydalanabilmenin teknik yöntemleri biliniyor olmasına rağmen, bu büyük enerjiler, yeterince değerlendirilememeleri sebebiyle, heba olup, zayi olup gitmekteler.

            Rüzgâr enerjisi ve güneş ya da daha doğru bir ifadeyle ışık enerjisi kaynaklarına ulaşmanın, bir gayret gerektirmemesinin yanı sıra bu enerji kaynaklarının hiçbir atık madde sorunu ve çevreye zararlı etkisi de bulunmamaktadır. Işık ve rüzgâr enerjilerinin kullanılabilir hale gelmesi için gerekli olan tesislerin, zaman içerisinde tabiat şartları sebebiyle maruz kaldıkları yıpranmaların haricinde bir bakım gereksinimleri de kısa vadede neredeyse yok gibidir. Kurulacak uygun düzeneklerle bu iki enerji kaynağı beraberce de depolanabilmekte, böylelikle birbirlerini destekler tarzda çok daha tasarruflu ve verimli sonuçlar oluşturulabilmektedir. Rüzgâr ve ışık enerjilerinin, kurulan düzeneklerle ilk etapta elektrik enerjisine dönüştürülebilmesi, daha sonra gerekecek olan enerji dönüşümü işlemlerini daha da kolaylaştırmaktadır. Yakın zamana kadar, ancak hesap makinesi, oyuncak gibi cihazların enerjilerini karşılayabilen ışık enerjisi düzenekleri, son zamanlarda hayli geliştirilmiş ve artık geniş çaplı olarak tesis edilmeleri şartıyla yerleşim bölgelerinin enerji ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilir hale gelebilmiştir. Yeryüzündeki dağ ve tepe gibi coğrafi yer şekillerinin özellikle yüksek kesimlerine kurulması gereken rüzgâr ve ışık enerjisi tesislerinin kurulması aşamasında bu yüksek arazı bölgelerinin genellikle sahipsiz boş arazilerden ibaret olması, arazi mülkiyeti gibi sorunların yaşanma ihtimalini de ortadan kaldırır. Bunun yanı sıra bu iki enerji kaynağının kullanılabilmesi aşamasında kurulması gereken tesislerin verimli çalışmaları için benzer coğrafi bölgelere kurulmayı gerektiriyor olmaları, bu enerjilerin birlikte depolanmaları aşamasında çok önemli bir avantajdır. Işık ve rüzgâr enerjisi kullanımı için daha başka avantajlar da sayılabilir.

            Bunca avantaj sunan bu iki enerjinin kullanımını yaygınlaştırmak, teknik insanlar için bir araştırma-geliştirme görevi teşkil etmesinin yanı sıra, devletler için de bir enerji politikası konusu oluşturmalıdır. Güneş ve rüzgâr enerjisi tekniği üzerine yapılmakta olan araştırma ve geliştirme çalışmalarının yanı sıra, tüm teknolojik araştırma, geliştirme ve benzeri çalışmalar, izlenecek devlet politikaları ile gerek maddi, gerek manevi açıdan, mutlaka olması gereken ölçüde desteklenmelidir. Kitlesel büyük çaplı enerji ihtiyaçları içinse, bölgesel güneş ve rüzgâr enerjisi santralleri, devlet aracılığıyla kurulmalı ya da kurdurulmalıdır.

            Enerji dolu güzel günler dileğiyle…  

26.05.2010

YA TUTARSA EĞİTİMİ


Bir Japon’dan, Japonlarla Türkleri kıyaslaması istenir. Çok kısaca şöyle kıyaslar: “Japon önce düşünür sonra koşar, Türk ise önce koşar sonra düşünür.”

Gerçekten hemen her işimiz deneme-yanılma yöntemiyle yürümekte.  Etüt, plan, proje gibi faaliyetler bizim için adeta önemsiz şeyler. Böyle olması ferdi konularda çok önemli gözükmüyor belki. Ancak devletin sistem ve organlarının işleyişinde de deneme-yanılma yönteminin kullanılması, nesillerin felç olmasına sebep oluyor.

Özellikle de her şeyin başında yer alan Eğitim Sistemimizin, ilmi araştırmaları adeta ayaklar altına alarak deneme-yanılma yoluyla yürütülüyor olması, bireylerin tüm kapasitelerini daha çocukluk çağında yerlere seriyor. Milli Eğitimin araştırmadan, incelemeden, düşünmeden, planlamadan ve istatistik yapmadan her yıl enteresan sürprizlerle öğrencilerin karşısına çıkıyor olması, öğrenciler için hangi okuldan nasıl mezun oldukları hususunu önemsiz hale getirmekte, bunun yerine hangi dönemde ve eğitim sisteminin hangi denemesi esnasında öğrenci oldukları önem arz eder olmaktadır. Artık öğrenci kitleleri; şanslı dönem öğrencileri, katsayı mağdurları, iki sınavlı sistem öğrencileri, sınavsız sistem öğrencileri, okul kısıtlamalı öğrenciler gibi tabirlerle anılır olmuşlardır. Dersanelerin dahi önem verip benimseyerek uygulamaya devam ettikleri rekabet ve ödül sistemi, okullar arasında bir türlü uygulanamamakta, daha da öte uygulanması amaçlanmamaktadır bile.

İkamet ettikleri yere en yakın okula kaydedilmeye mecbur edilen İlköğretim öğrencileri, başarı durumları hiç dikkate alınmadan sekiz yıl boyunca aynı okula devam etmeye mahkûm edilmekte, böylelikle kaliteli okullarda eğitim görmesi gereken başarılı öğrencilerin başarıları,  daha eğitimin temeli aşamasında köreltilerek bu parlak beyinlere en büyük darbe vurulmaktadır.

Eğitim sistemimizin daha pek çok yanlışları sayılabilir ki, hemen hepsi düşünmeden koşmanın ve “Ya tutarsa” misali deneme- yanılma yöntemlerinin vahim sonuçlarıdır.  Hocanın göle yoğurt çalması olayı, eğitim sistemimizde daha da ileri götürülerek artık göl suyla mayalanır olmuştur. Yıllardır, hatta on yıllardır toplanan eğitim şuraları ise, niyet neydi akıbet ne oldu misali, maalesef hiçbir zaman arzu edilen ve beklenen sonuçları ortaya koyamamaktadır.

Tüm bu olumsuzluklar karşısında söylenebilecek tek şey, eğitim sisteminde Ya Tutarsa metodunun bir an önce terk edilerek, ilmi düşünce ve araştırmalar ışığında artık verimli eğitim yöntemlerinin uygulanması gerektiğidir.

Her zaman ve her işimizde önce düşünüp sonra koşabilmemiz dileğiyle… 

11.03.2010

GÜN KAVRAMI VE ORTA NAMAZ

Bir gün 24 saat midir? Günlerin süreleri eşit midir? Gün sabah mı başlar? Günün önce gündüzü mü yaşanır? Günlerin arasındaki sınır, saatin 00:00 olduğu an mı, yani gecenin 12’si midir? Günün ilk namazı sabah, son namazı yatsı namazı mıdır? Beş vakit namazın ortasındaki, İkindi namazı mıdır? Akşam namazının önce farzının kılınıyor olması, kıyametin akşam vakti kopacak olmasından dolayı mıdır?

Zannederim bu soruların belki de tümüne hemen hepimiz “Evet” cevabını veririz. Oysa soruların tümünün cevabı “Hayır”dır. Yani bir gün 24 saat değildir, gün süreleri eşit değildir, gün sabah başlamaz, günün önce gündüzü gelmez, günler gece 12’de değişmez ve beş vakit namazın sırası takvimlerde yazıldığı şekilde değildir. Peki bu nasıl olabilir?

Bütün mesele, kullanmakta olduğumuz Miladi takvim ve saat sisteminin, İslam anlayışına tamamen ters olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü İslam’ın takvim ve saat sistemi Hicri olup, hicri sistemde yıl kavramı, dünyanın uydusu olan ayın hareketlerine göre esaslandırılırken; Miladi sistemde ise esaslar güneşin durumuna göredir. Konunun tam olarak anlaşılabilmesi, Hicri ve Miladi sistemin detaylı bir şekilde izah ve kıyaslanmasıyla mümkündür. Ancak bu durumda konu fazlaca genişleyecek olduğundan, detaylara girmeden sadece başta sorulan soruların cevaplarını vermekle yetinmek daha faydalı olacaktır. Zaten asıl önemli olan da bu soruların cevaplarını vermektir. Dini kurum ve kuruluşların da bu konuyu ele alarak, önce din görevlilerine sonrasında ise tüm mü’minlere, gerekli bilgilendirmeleri yapmaları son derece faydalı olacaktır. Çünkü çoğu din görevlileri dahi, maalesef bunları bilmemektedir. Sorularımızın cevaplarına gelince:

İslam’a göre gün, akşam vaktinde başlayıp bir sonraki akşam vaktinde sona erer. Yani bir günün başlangıç anı, akşam namazı saatidir ve akşam namazı saatleri günler arasında sınır teşkil etmiş olurlar. Örnek olarak akşam namazı vakti 17:22 ise yaşanacak olan gün 17:22’de başlıyor demektir ve bu yaşanacak olan gün bir sonraki akşam namazı vaktine kadar devam edecektir. Bir sonraki akşam namazı vakti mesela 17:24 ise ele aldığımız bu gün, açıkça anlaşılacağı üzere 24 saatten 2 dakika daha uzun demektir. Bu da göstermektedir ki, bir günün 24 saat olması söz konusu değildir, mevsimlere göre daha uzun veya daha kısa olabilmektedir. Kısa zaman öncesine kadar kullanılmakta olan Alaturka yani Ezani saat sisteminde bu durumu anlamak çok daha kolay olmaktaydı. Ezani saatte günün sınırı olan Akşam vaktinde saatler 12’yi gösterir ve her gün, takvimde saatlerin kaç dakika ileri ya da geri alınacağı yazardı. Bu durumda her gün saatler belirtilen miktar kadar ileri veya geri alınarak akşam vaktinin sürekli 12’ye denk gelmesi sağlanmış olurdu. Hatta halen daha bazı takvimlerde Ezani saate uygun açıklamaların yer aldığını görmekteyiz.

Yine açıkça anlaşılacağı gibi bir gün, bir gece ile bir gündüzün toplamı olup, önce gece sonra da gündüz yaşanmaktadır. Bir günü oluşturan gece ve gündüzler kesinlikle bölünmezler; yani miladi sistemde olduğu gibi gecenin 00:00’dan önceki kısmı önceki güne, sonraki kısmı ise sonraki güne ait olmaz. Gece tümüyle bir sonraki gündüzle bütünleşerek bir gün oluşturmuş olur. Bu aşamada, zaten cevaplanmış sayılan bir soruyu da hatırlatarak, bu sorunun bazılarının kafasını karıştırmasına engel olalım: “Yatsı namazı gece 00:00’dan sonra kılınır mı, çünkü bu saatten sonra diğer güne geçilmektedir?” diye soranlar çıkmaktadır. İslam’a göre gece 00’ın önemi olmadığını izahla bu soru da cevabını bulmuş olup, yatsı vaktinin İmsak saatine kadar devam etmekte olduğunu belirtmekte fayda vardır.

İslami yaşayışa sahip olanlar arasında, belki farkında bile olmadan, gün kavramı çoğunlukla doğru kullanılmaktadır. Mesela, Perşembe gününün akşamına Cuma akşamı denilir. Aynı şekilde bayram gibi günlerden hemen önceki geceye de bayram gecesi denilmektedir. Dikkat edilirse bu ifadeler tamamen doğru kullanılmaktadır. Perşembe günü, akşam namazı vaktinde son bulup, Cuma günü yaşanmaya başlanmıştır. Cuma gününün ise önce gecesi yaşanacağı için o geceye Cuma gecesi, sonraki gündüze ise Cuma gündüzü denilmesi son derece doğru kavramlardır.

Bu izahatlar sonucunda açıkça anlaşılır ki günün ilk namazı Akşam namazıdır. Son namazı ise İkindi namazı olur. Yani bir günün namazlarının sırası Akşam, Yatsı, Sabah, Öğle, İkindi şeklindedir. Mevcut takvimlerimiz Miladi sisteme göre düzenlendiğinden bu sıralamaya uyulmadığı görülmektedir. Beş vakit namaz sırasının tam ortasında, aslında Sabah namazının yer aldığı görülmektedir. Dikkat edilirse Akşam ve Yatsı namazları birbirine yakın, Öğle ve İkindi namazları da yine birbirine yakın zamanlardadır. Sabah namazı ise bu ikili grupların arasında ve her iki gruba da uzak bir zaman noktasında yer alır.

Kur’an-ı Kerim Bakara Suresindeki “Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun. (Bakara–238)” ayet-i kerimesinde yer alan “Orta namaz” tabiri, İslam alimlerince çok farklı anlayışlarla yorumlanmış ve çoğunluk bu tabirle İkindi namazının kast edilmiş olabileceğini ifade etmişlerdir. Orta namazdan kasıt İkindidir görüşünde olanlara göre, günün temel vakitleri sabah, öğle ve akşam olduğundan, ikindi vakti arada bir yerde kalmakta, bu sebeple de namazının kılınamadan kaçırılma ihtimali fazla olmakta, bu yüzden de Yüce Allah tarafından böyle bir ikaz yapılmaktadır. Elbette ki bu konu, hiçbir zaman kesinlik arz edemeyecek ve ihtilaflı halde, yani yorum aşamasında kalacaktır. Ancak ayet-i kerimede yer alan “Orta namaz” tabiriyle kast edilmekte olan namazın Sabah namazı olabileceğini de düşünebiliriz. Çünkü; Kur’an-ı Kerim’in başka bazı ayetlerinde en çok Sabah namazının kılınması hususunda ikaz yapılmakta, uykunun en tatlı anına denk gelmesi sebebiyle en çok Sabah namazı terk edilmekte ve İslami namaz sıralamasına göre de namazların ortasında Sabah namazı yer almaktadır.

Namazlar hususunda çok konuşulan bir başka ihtilaflı konu da tüm namazlarda önce sünnet kılınırken, Akşam namazında önce farzın kılınıyor olması konusudur. Bu konuda var olan farklı görüşlerin en mantıklısı, akşam namazının kılınabileceği sürenin kısa olmasından dolayı önceliğin farza verilmiş olduğu fikridir. Ancak bu görüşün yanı sıra, şöyle bir düşünceye de yer verilebilir: Günün ilk anı Akşam vakti olup, bu an ile birlikte derhal Akşam namazının kılınması farz olmaktadır. En hayırlı ibadetin vaktinde kılınan namaz olması ve Akşam namazı vaktinin kısa olması sebepleriyle bu esnada başka hiçbir ibadetle meşgul olmadan, hemen Akşam namazının kılınması gerekecektir. Akşam namazına önce farz ile başlanacağından, günün ilk ibadeti de farz ibadet olacaktır. Güne farz ibadetle başlanıyor olması, ibadet kategorileri içerisinde farzların en önemli kategori olduğunun öğretilmeye çalışılması sebebiyle olabilir. Ahmed Cami Hazretlerinin Miftah-un Necat kitabında yer alan Hadis-i Şerifte, “Ya Ali, halk nafile ile meşgul olurken, sen farzları tamamla” buyruluyor olması da bu fikri destekler.

Elbette ki her şeyin en doğrusunu, mutlaka ve yalnızca Yüce Allah bilir; bizler de yanlış yorum ve fikirlerden Allah’a sığınırız. Yaşadığınız her günün, bir öncekinden daha hayırlı ve daha huzurlu geçmesi dileklerimle...

5.01.2010

İSLAMDA KÜFÜRLÜ SÖZLERE MÜSAADE YOKTUR!



Bilindiği gibi Küfür, İslam’da iki temel anlamda kullanılmaktadır. Bunlardan birisi, dinde inanılması zarûrî olan hükümleri ve dînin kesin hükümlerinden bir veya bir kaçını inkâr etmek, kabûl etmemektir ki, bu anlamda küfrün kesinlikle yasaklanmış olduğu malümdür.

Küfrün yazımızın konusu olan diğer anlamı ise halk arasında “Sövmek” olarak da tabir edilen, medeni ortamda söylenmesinin hiç hoş karşılanamayacağı çok kötü, çirkin, terbiye sınırlarını aşan, argo ifadeleri sarf etmektir. Her ne maksatla olursa olsun bu tarzdaki küfürlü sözler de İslam’da kesin olarak yasaklanmış olup, karşımızdaki şahıs gayrimüslim ya da zalim bir kimse olsa dahi bu kural değişmez.

Bu konuda “Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe ulaşmayı dileyen ve Allah'ı çok zikredenler için, Allah'ın Resûl'ünde güzel bir örnek vardır. (Ahzab-21)” ayet-i kerimesiyle, Yüce Allah’ın örnek almamızı istediği Resulullah (S.A.V)’in davranışlarına ve sözlerine bakacak olursak, Allah Resulü’nün, İbnu Mes'ud (R.A)’dan rivayet edilen şu hadis-i şerifle konuyu genel anlamda özetlediğini görürüz: “Mümin ne ta'n edici, ne lanet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayasızdır’ (Tirmizî, Birr, 48.)”

Yine Resulullah (S.A.V)’in “İçinizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirin. Eğer buna gücü yetmezse diliyle (değiştirsin.) Şayet buna da gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin.) Bu da imanın en zayıf halidir (Müslim, K. el-tmun, Bab: 78, Hadis No: 49 / Ebıı Davud, K. es-Stılah, Bab: 24S, Hadis No: K. el-Melahim, Bab: 17, Hadis No: 4340 Tirmizi, K. el-Hlen, Batı: 11, Hadis No: 2172/İbn-i Mace, K. el-Fiten, Bab: 20, Hadis No: 4013.)” hadisinde de bir kötülüğü düzeltebilmenin etapları izah edilirken, yine küfre yöneltecek bir yöntemin olmadığı görülür. Bir kötülük ya da zulmün ortadan kaldırılması aşamasında, zalime yanlış yapmakta olduğunun açıkça ve net bir şekilde söylenmesi doğru ve uygun bir davranış olarak görülürken, hiçbir zaman bunun küfürlü sözlerle yapılması önerilmemiştir. Zaten küfürlü sözler, sarf edilen kişiyi daha çok kızdıracak ve zulme daha fazla sevk edecek olduğundan, fayda yerine zarar getirecektir. Bu sebeple bu tür sözler bir nevi boş söz anlamına gelmiş olur ve dolayısıyla terk edilmeyi gerektirir ki, Ebu Hureyre (R.A)’ın rivayet ettiği, “Malâyânîyi terk etmek kişinin İslâmlığının güzelliğindendir. (Tirmizi, Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-z Zühd, c:6, sh: 607)” hadis-i şerifi de bunu emreder.

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de “Allah'tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a söverler… (Enam-108)” buyurarak kafirlerin tapmakta oldukları put vs. gibi varlıklara dahi küfretmeyi yasaklamaktadır. Ayet-i kerimede izah edilen bu duruma benzer bir hususu İbnu Amr İbni'l-As (R.A) şöyle nakleder: Resûlullah (S.A.V), “Kişinin anne ve babasına sövmesi büyük günahlardandır.” buyurmuşlardı. Orada bulunanlar, “Hiç kişi anne ve babasına söver mi?” dediler. “Evet! Kişi, bir başkasının babasına söver, o da onun babasına söver; annesine söver, o da bunun annesine söver! (Buhârî, Edeb, 4; Müslim, İman, 146; Tirmizî, Birr, 4; Ebu Davud, Edeb, 129.)” buyurdular. Bu ayet ve hadisler gösterir ki, sadece mü’mine değil, kafire dahi sövmek, belirtilen bu önemli sakıncaları sebebiyle dinimizde yasaklanmıştır. Sövmek ve küfürlü sözler kullanmak, aynı zamanda insana bir eziyet sayılacağından bu noktada Resulullah (S.A.V)’in “Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım (düşmanıyım). (Keşfü’l-Hafâ, 2: 2341)" hadisi de yine kafire sövmenin yasak olduğunu gösterir.

Ahlâk kurallarını çiğneyerek birbirlerine hakaret eden ve küfürlü sözler kullanan iki kişinin durumunu, Hz. Ebu Hureyre (R.A)’nin naklettiği şu hadisi şerif açıkça ortaya koymaktadır: Resûlullah (S.A.V) buyurdular ki: “Sövüşen iki kişinin söyledikleri(nin vebali), mazlum olan tecavüzde bulunmadıkça başlayana aittir. (Müslim, Birr, 68; Ebu Dâvud, Edeb, 47; Tirmizî, Birr, 51.)”. Sövmek konusunda, İbn-i Mes’ud (R.A)’ın rivayet ettiği “Müslümana sövmek fasıklık, onunla savaşmak küfürdür (Buhârî, Îmân 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, Îmân 116 Ayrıca bk Tirmizî, Birr 51, Îmân 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbni Mâce, Mukaddime, 7, 9, Fiten 4)” hadis-i şerifi ve Ebu Zerr (R.A)’ın rivayet ettiği “Hiç kimse, bir başkasına fâsık veya kâfir demesin Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz onu söyleyene döner (Buhari Edeb 44)” hadis-i şerifi de konu hakkında düşündürücü hadislerdir.

Kur’an-ı Kerim’de beyan edilen “Allah, zulme uğrayanlar dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Allah işitendir, bilendir. (Nisa-148)” ayet-i kerimesinde, “Kötü söz”den kasıt küfür, sövme gibi sözler olmayıp, zalime yaptığı kötülükleri açıkça söylemek ve eğer ruhen yapılan kötülüklere katlanılamayacak hale gelinmişse beddua etmektir. Yani mazlum pozisyonunda bulunan kimsenin en ağır sözü beddua olabilmektedir. Hatta Resulullah (S.A.V), karşısındaki kimselerin, beddua edilmeyi hak edecek pozisyonlarında dahi beddua etmemiş, tam aksine duada bulunmuştur. İslâm peygamberi, hayatında her türlü hakaret, aşağılanma, yüzüne karşı sövülme fiillerine maruz kalmasına rağmen, hiçbir şekilde peygamber ahlâkı çerçevesinden çıkmamıştır. Hz. Ebu Hureyre (R.A) şöyle anlatır: Resûlullah (S.A.V)'e, “Ey Allah'ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lanetle!” denilmişti. Şu cevabı verdi: “Ben rahmet olarak gönderildim, lanetleyici olarak değil! (Müslim, Birr, 87.)”

Yüce İslam’da, hangi durumda ve kime karşı olursa olsun, kafire ve zalime karşı dahi olsa sövmek caiz değildir. Küfürlü sözler çirkin bir hareket olup, mü'mine ve müslümana yakışmaz.