20.12.2009

EĞİTİMDE CEZA FAKTÖRÜ




Fatih Sultan Mehmed Han’ın babası Sultan İkinci Murad, henüz çocuk yaşta olan oğlu Fatih’in yetişmesi için birçok âlim görevlendirmişti. Fakat şehzade Mehmed yaratılış icabı zeki ve celalli olduğundan, dersten kaçınıyor ve hiçbir muallim onu zabtedemiyordu. Bu sebeple olması gereken şekilde eğitilemiyordu. Sultan İkinci Murad, heybetli ve hiddetli bir muallim olan Molla Gürani’yi bu vazifeye tayin etti ve kendisine bir sopa verdi. Hocaya; oğlu emrini dinlemediği zaman hem kendisini hem de şehzadeyi sopa ile korkutmasını ve kovalamasını, hatta dövmesini emretti. Molla Gürani bir gün şehzadeye bağırınca o da hocayı babasına şikâyet etti. Babası “Olamaz öyle şey!” diye hocaya geldi. Ancak, Molla Gürani şehzadeden önce babasına çıkıştı. Sonunda Sultan Murad; “Oğlum görüyorsun ya, senin yüzünden ben de azarlandım. Okumaktan başka çare yok!” dedi. Şehzade bu hal karşısında okumaktan başka yol bulamadı. Kısa zamanda nice ilimler öğrendi.

Devletin zirvesindeki şahıslar arasında cereyan etmiş olan bu ibret alınması gereken hikâyeden de anlaşılacağı gibi, eğitimin kaliteli olduğu, önem arz ettiği ve işe yaradığı geçmişimizde, veliler çocuklarını “Eti senin, kemiği benim” diyerek hocaya teslim eder; hocalar, saygınlık arz eden otoriteleri ile sokakta ve hatta evde dahi bir ekol olurlar; öğrenciler ise bu iki önemli otoritenin arasında doğru olan yolda yürümek zorunda kalırlardı. Günümüzde ise maalesef, öğrenciyi haklı olarak cezalandıran öğretmene dahi “Çocuğumun psikolojisini bozamazsın” diye çıkışan velilerle; amacı yalnızca ders saatini bir şeylerle doldurmak olan, ders saatleri dışında ise neredeyse öğrencileri ile okey oynayacak aşamaya gelmiş öğretmenlerle ve gerek aileden gerekse okuldan haddinden fazla müsamaha görmesi sebebiyle tembel ve umursamaz hale gelmiş öğrencilerle çok sık bir şekilde karşılaşmaktayız. Bu durum ise eğitimde kalitenin düşüşünün en önemli sebebini oluşturmaktadır.

Günümüzdeki çoğu eğitim uzmanları, okul eğitim kadroları ve aileler, öğrenciye ceza verme konusuna, psikolojik sağlığı bozacağı gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Oysa bu düşünceye sahip olanlar, düşüncelerinde özellikle iki şekilde yanılgı içerisindedirler:

Birincisi şudur ki her türlü davranışın, hak ettiği karşılığı görmesi, psikolojik buhrana sürükleyen değil, tam aksine doğru davranış psikolojisine ulaştıran bir yöntemdir. Nasıl belli davranışlar ödüle layık görülür ve bunları yapanlar ödüllendirilirse, cezaya layık davranışlarda bulunanların ceza görmesi kadar doğal bir durum yoktur. Yani ödül ve ceza, çocuğun doğru ve yanlışı kavramasına en büyük yardımcı ve eğitimci olur. Ancak elbette ki burada çocuğun normal haldeki ruh sağlığının durumu, verilen görevi yerine getirme noktasında engellerinin bulunup bulunmadığı ve hepsinden de önemli olarak mevcut sonuç noktasına gelinme aşamasında çocuğun iyi niyetle hareket edip etmemiş olduğu hususlarının son derece iyi bir şekilde gözden geçirilip, ondan sonra ceza verilip verilmeyeceğine karar vermek ve bu cezanın ne olacağı hususunda da en doğru tercihi yapmak esas olacaktır. Unutulmamalıdır ki, esirgeme mantığı ile çocuğa küçük yaşta ufak tefek cezaları vermekten kaçınmak, onun büyüyünce bunlardan çok daha ağır hayat cezalarıyla karşı karşıya kalmasına sebep olacaktır.

İkincisi ise konunun bilimsel boyutunun yeterince iyi idrak edilememiş olmasıdır. Daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle bir örneği ele alalım: Bize üç gün önce akşam yemeğinde ne yediğimiz sorulacak olsa pek çoğumuz bu soruya doğru cevap veremeyiz. Biraz daha eskilere gidecek olursak bu durumda böyle bir soruya cevap verebilmemiz artık imkânsız olur. Ancak bize hayatımızda başımızdan geçen tehlikeli bir an, bir kaza veya bizi çok mutlu eden ya da şaşırtan bir olayın olup olmadığı sorulacak olsa, uzun yıllar önce yaşamış olsak bile aklımıza gelen pek çok iyi kötü hatıralarımız olur. Üstelik de bu yaşadıklarımızı çoğunlukla en ince ayrıntılarına varıncaya kadar hatırlarız.

Yakın bir geçmişi hatırlayamazken, yıllarca öncesini tüm detaylarıyla hatırlayabiliyor olmamızın mantıklı bir açıklamasının olması gerekir. Bu konuda yapılan ilmi araştırmalar göstermiştir ki; beyinde bilgilerin kalıcı hafızaya geçip geçmeyeceğine “Hipokamp” adı verilen bir ünite karar vermektedir. Hipokamp, yaşananları kaydediyorsa kalıcı hafızaya geçmekte, kaydetmiyorsa çok kısa bir süre sonra silinip gitmektedir. Burada hemen hipokampın hangi durumda kayıt yapıp hangi durumda yapmadığı sorusu akla gelmektedir. İncelemeler, hipokampın da içerisinde bulunduğu “Orta Beyin” bölümünün tüm duyguların merkezi olduğunu ve hipokampın, ancak duygularda bir hareketlenme olması halinde kayda geçmekte ve yaşananları kalıcı hafızaya almakta olduğunu ortaya koymuştur. Kişinin duygularında hiç etkilenme olmamışsa, hipokamp kayıt yapmaya gerek duymamakta ve yaşanan ya da öğrenilenler kısa bir süre sonra silinip gitmektedir.

Bu sebepledir ki öğretmenin ders anlatması esnasında öğrencilere bolca soru sorması ya da görüşlerini alıp derse katılımlarını sağlaması, öğrenciler üzerinde bir heyecan oluşturduğundan, bu duygu hareketlenmesi sonucunda öğrenciler, bilhassa derse katıldıkları o bölümü çok daha iyi bir şekilde hafızalarında tutarlar. İşte yerine ve ölçüsüne göre ceza vermenin gerekliliği de, cezanın endişe ve heyecan duygusu oluşturarak kalıcı hafızayı sağlıyor olması bilimsel gerçeğine dayanmaktadır.

Çoğu eğitim uzmanları ve öğretmenler, cezayla korkutmak yerine ödülle teşvik etmeyi tercih etmek gerektiğini düşünseler de ödül ve ceza kesinlikle aynı sonuca ulaştıracak ve birbiri yerine kullanılabilecek uygulamalar değildir. Ödül teşvik, ceza ise yaptırımdır. Ödül, ödevlerinde normalin üstünde başarı göstermiş olana, normal haldeki psikolojik seviyesini daha yüksek moralli seviyeye ulaştırmak ve aynı yolda devamını sağlanmak amacıyla verilir. Normalin üstünde başarı gösterme arzusunda olmayan öğrenci, zaten ödülü de istemediğinden onun için en güzel ödül, ders çalışmak zorunda ve görevlerini yerine getirmek zorunda kalmamasıdır. Benzeri mantıkla, orta seviyede dahi ders gereklerini yerine getirmemiş ve normalin altında kalmış olan öğrencileri düşünelim. Eğer ceza uygulamaları kalkacak olursa, bu öğrenciler ödül de istemediklerine göre, onları ders gereklerini yapmaya teşvik edecek olan ne olabilir?

Bu soru üzerinde düşünülürse anlaşılır ki, ceza yerine ödülü kullanmak nadiren işe yarasa da ceza yaptırımının yerini tutması mümkün değildir. Ödül alınamaz ise mevcut psikolojik durum korunuyor olduğundan öğrenci için çok önem arz etmeyecektir. Ancak ceza hak edilirse, alınacak ceza sebebiyle öğrencinin, arkadaşları önünde rencide olma ihtimali gibi sebepler, mevcut psikolojik moral seviyesinin düşmesine sebebiyet vereceği için, öğrenciyi okul gereklerini yerine getirmeye mecbur edecektir. Bu da gösterir ki öğrenci için ceza, önemli, gerekli ve geçerli bir müeyyide teşkil etmektedir.

Ailelerimizin daima en doğru davranışı gösterebilmesi, öğretmenlerimizin hiçbir zaman öğrenciye ceza vermek zorunda kalmaması ve öğrencilerimizin de hiçbir zaman cezayı hak edecek pozisyonlarda bulunmaması dileklerimle…

1.12.2009

BİYOLOJİK VİRÜSLERE KARŞI TEKNOLOJİK ÖNLEMLER


Domuz gribi gündemde kalmaya devam ediyor. Hakkında o kadar çok şey yazılıp söylendi ki artık yeter diyecek hale geldik. Ancak dikkat edilirse tüm söylenenler, konunun sadece tıbbi yönden ele alındığını göstermekte. Hassas temizlik, aşı ve vücut direncini artırıcı gıdalar önerilmekte. Oysa bunların haricinde başka etkin önlemler almak da mümkün. Bunlardan bir tanesi de basit teknolojik önlemler. Üstelik sadece griplere karşı ve belirli bir süre için değil, tüm biyolojik virüslere karşı ve her zaman geçerli olan önlemler bunlar. Ne olduklarına değinmeden önce neden ihtiyaç duyulmakta olduğunu anlamaya çalışalım:

Virüs taşıyan bir şahıs düşünelim. Toplu olarak bulunulan bir yere girerken kapı koluna virüsü bulaştırıyor. Yine topluca bulunulan yerde lavabo, tuvalet vs. kullanırken kapı kolu, elektrik anahtarı ve musluk kafalarına aynı şekilde virüs bulaşmış oluyor. Tabi sonrası malum, aynı yerleri kullanan diğer şahıslar da aynı virüsün hışmına uğramış ve artık hasta unvanını almış oluyorlar.

Oysa günümüzde akıllı evlerin dahi inşa edilebilmesi mümkün iken akıllı evler yanında maliyeti sıfır denebilecek olan birkaç teknolojik önlemle her çeşit hastalık virüsünün yayılmasına çok büyük oranda engel olunabilir. Tek yapılması gereken topluca bulunulan yerlerdeki, dezenfektasyonun önem arz ettiği tesislerde sensörlü kapı, musluk ve lamba gibi tesisleri kurmak ve kullanmak. Böylelikle mesela lavaboda el yıkayacak olan kişinin musluğu açıp-kapama, lambayı yakıp-söndürme, kapıyı açıp-kapama gibi eylemleri gerçekleştirmesine gerek olmayacağından bu gibi ortamlarda temiz kimseye virüs bulaşma ihtimali de doğal olarak yok denecek kadar azalmış olacaktır. Ayrıca bu uygulamalarla, suların boşa akmasına ve lambaların gereksiz yanmasına engel olunduğu da dikkate alınırsa, bu tesislerde %50’lere varabilen enerji tasarrufu, konunun son derece olumlu seyreden ekonomik boyutunu oluşturacaktır. Böylelikle söz konusu tesisleri kurmak için yapılan harcama, tesisin sağladığı tasarruf ile amorti edilecek ve sonrasında tasarruf boyutu öne geçecektir.

Tüm bu faydaları dikkate alındığında, söz konusu tesislerin resmi ve özel tüm kurum ve kuruluşlarda kurulup kullanılmasının, çıkarılacak kanunla mecburi hale getirilmesi gerekir.

Sağlıklı ve huzur dolu günler dileğiyle…