22.06.2007











AhmetADANUR grubuna kayıt ol
E-posta:

Bu grubu ziyaret et

16.05.2007

ÇOCUKLARIMIZIN HATALARI KARŞISINDA



ÇOCUKLARIMIZIN HATALARI KARŞISINDA

Bir baba, gece eve sarhoş gelen oğluna attığı tokat sebebiyle oğlunun kafasının cama çarparak boğazının kesilip vefat etmesi üzerine bakın neler söylüyor:

"19 yıl babalık etmeye çalıştığım, Allah'ın bana emaneti,canım, gülüm, hayatım, her şeyim, bir tanem, evladım, güzel oğlum, 3 dakika içinde kollarımın arasında ölüp gitti. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Kapının camı şahdamarını kesmişti. Fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Umutlarım, istikbalim, hayatım yerlere dökülüyordu. Oğlum, beni ölmeden öldürüyordu... Günler geçiyor arslanım. Her geçen dakikayı beni sana yaklaştırdığı için seviyorum. Eskiden nasıl üzülürdüm zaman geçiyor, birgün senden ayrılacağım diye. Ama şimdi her şey tersine döndü... Her şeye tahammül edebiliyor insan. Allah böyle bir sabır vermiş kullarına. Ama tahammülü mümkün olmayan bir tek şey var. Senin sevginden mahrum olmak. Bunu hissedememek. İste ölmeden bu öldürüyor insanı..."

Daha pek çok şey söylüyor dertli baba. Ama olaydan ders çıkarabilmek için sanırım bu kadarını aktarmak yeterli. Bazen çocuklarımız çok önemli, çok büyük hatalar yapabiliyorlar şüphesiz. Bizler de hemen hatanın büyüklüğüne göre çok ani tepkiler koyuyoruz ortaya. Ancak bazen bu tepki ve müdahalelerimiz, düşündüğümüz ve beklediğimizin aksine, çok olumsuz ve hatta olayda anlatılanlara benzer şekilde geriye dönüşü dahi imkansız sonuçlar doğuruyor ne yazık ki.

Çocuklarımızın yanlış davranışlar göstermemeleri için, küçük yaştan itibaren yaşına ve yerine göre, onlara ilgili eğitimi vermek gerektiğini; bunun yanısıra gerek eğitim yoksunluğu yüzünden, gerekse onlar için her şey yapılmış olmasına rağmen kendi şahsi hatalarından dolayı, yaptıkları büyük-küçük yanlış davranışları karşısında, her şeye rağmen, bu olaylara sabır ve metanetle yaklaşmak gerektiğini hepimiz biliriz. Ancak olaylar bazen bizi ya çileden çıkarır, etrafımıza öfkeler savururuz; ya da psikolojik olarak bizi yıkar, kabuğumuza çekilir, büyük üzüntülerle baş başa kalırız. Oysa çocuklarımızın her türlü hataları karşısında, olayları biraz daha farklı bir felsefeyle değerlendirebilsek, gerek öfkeli davranışlarımızdan, gerekse psikolojik çöküntülerimizden kurtulabilmemiz hiç de zor olmayacaktır. Şöyle ki:

1- Çocuklarımızın yanlış davranışlardan dolayı şikayet etmek yerine, yanlış davranışlar gösterseler dahi onların, Yüce Allah’ın bize olan ihsanı, hediyesi ve emaneti olduklarını daima hatırda tutarak yaradanımıza sürekli şükür etmeliyiz. Çocuklarımızın var olmayıp yanlış davranışlar göstermemelerini mi, yoksa yanlış davranışlar gösterecek olmalarına rağmen var olmalarını mı tercih ederiz.

2- Çocuklarımızın yanlış davranışları karşısında, bu durumun düzelmesi için Yüce Allah (C.C)’ya yalvarır ve böylece “Duanız olmasaydı Rabb’im size değer verir miydi?... (Furkan-77)” ayet-i kerimesi itibarıyla Yüce Allah katında değerli bir kul haline gelmiş oluruz. Yani çocukların bu davranışları vesilesiyle Allah katında, Allah’ın değer verdiği salih bir kul konumuna en azından bir adım daha yaklaşmış oluruz.

3- Çocuklarımızın yanlış davranışlarıyla meşgul olduğumuz sürece dünyevi ve gereksiz duygulardan belli ölçüde uzaklaşacağımız için, kendimizi manevi ortam içerisinde bulur; bu sayede nefs-i emarenin kötü emellerinden az da olsa uzaklaşmış ve manevi olgunluğun gereklerini daha iyi bir şekilde yaşamış oluruz.

4- Sıkıntı ve musibetlerin birer sınav olarak verilmekte olduğu yönündeki ayet ve hadislere binaen, çocuklarımızın yanlış davranışlarına karşılık şikayet etmeyip, bu durumun, bir sınav vesilesi olarak Allah tarafından verildiğini düşünerek Allah’a hamd etmeliyiz. Çünkü maruz kaldığımız durum, Yüce Allah’ın bizi bir kul olarak kabul ettiğinin de ispatı olur ki, kul olarak kabul etmemiş olsaydı belki bize hiçbir sıkıntı vermez ve bu ayet ve hadislere de mahzar eylemezdi. Ayrıca kul olarak kabul edilmemizin yanı sıra, Yüce Allah’ın bize çok daha kötü sıkıntılar vermek yerine, belki canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımızdan gelen sıkıntıları yaşamamızı, ve böylelikle söz konusu sıkıntılara daha güçlü bir şekilde tahammül gösterebilmemizi takdir etmiş olması da, hiç şüphesiz ki çok daha fazla şükürleri gerektiren bir durumdur.

5- Zaman zaman çocuklarımızın yanlış davranışlarını zapt etmek gayretinde tek başımıza yetersiz kalacağımızdan eşimizden, akrabamızdan ya da daha başka kişilerden de çeşitli şekillerde yardımlarını isteriz. Bu sayede, insanlarla dayanışmamızı artırdığımız gibi, gerek biz ve gerekse çocuklarımız, söz konusu kişilerin dualarını da almış oluruz.

6- Çocuklarımız, yapılan tüm dualardan inşallah az ya da çok nasiplenmiş olacaklarından, normal zamanda yapılan duadan çok daha ihtiyatlı olarak yapılmış olan bu dualar sayesinde, dünyada ve ahirette çok daha güzel yaşantılara nail olabilirler.

7- Çocuklarımızın, özellikle biz ebeveynlerine karşı yanlış davranışlarda bulunmaları, bizim varlığımızı ciddiye almış olduklarını gösterir. Yani kendilerini, bizi muhatap almak zorunda hissetmekte, diğer bir deyişle, kötü tarzda iletişim kursalar dahi sonuçta bizi önemsemiş olmaktadırlar. Ayrıca başkalarına karşı yanlış davranışta bulunmazken bize karşı bu şekilde davranmaları, bizimle olan samimiyetlerinin bir sonucudur. Diğer bir deyişle nazları bize geçmektedir ki bu da bizi, göstermeseler dahi seviyor olmaları anlamına gelir.

8- Çocuklarımızın, biz ebeveynlerine bu şekilde davranmaları, onları kendi anladıkları tarzda psikolojik olarak rahatlatmakta ve ruhsal huzura kavuşmalarına yardımcı olmaktadır. Çocuklarımızın bu şekilde bir rahatlığa kavuşmaları bizim sayemizde gerçekleştiğinden bu durumdan mutluluk duymalıyız.

9- Çocuklarımız, mantık ve ahlak yapılarının zamanla değişip gelişecek olmaları sonucunda, ileride, şimdi göstermiş oldukları yanlış davranışları sebebiyle büyük ölçüde pişmanlık yaşayacaklardır. Yaşadıkları bu pişmanlık sayesinde bize, bu dünyada çok büyük bir sevgi bağı ile bağlanacak ve ellerinden geldiğince iyilik yapmaya çalışacak; onlardan önce vefatımız halinde ise hayırlı ve bize çok dua eden evlatlar olacaklardır. Bizim göstereceğimiz büyük sabır ise bu manevi bağların çok daha güçlü olmalarını sağlayacaktır. Eğer onların bugünkü yanlış davranışları olmasaydı, ileride pişmanlık duygusu da yaşamayacaklar ve bu duygunun verdiği engin ruh olgunluğuna da sahip olamayıp belirtilen ölçüde hayırlı evlat düzeyine de ulaşamayacaklardı.

10- Çocuklarımız, yaptıkları yanlış davranışlardan dolayı ileride duyacakları pişmanlıklar sonucunda, hatayı ve pişmanlığı yaşamış insanlar olarak, kendi çocuklarına karşı çok daha geniş ölçüde sabır gösterebilecek ve onlara geniş toleranslar tanıyabileceklerdir. Bugünkü yanlış davranışları olmasaydı, pişmanlık duymayacak ve pişmanlığın sağladığı olgunluğu da yaşamamış olacaklarından kendi çocuklarına da olması gereken sabrı belki gösteremeyeceklerdi.

Görüldüğü gibi çocuklarımızın yanlış davranışları karşısında düştüğümüz durum, hiç de şikayet edilecek bir durum olmamakla birlikte tam aksine Yüce Allah’a tekrar tekrar şükrü gerektiren bir durumdur. “...Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir (Mü’minün-14)” ayet-i kerimesine istinaden yaratılmakta olan her nesne ve olayın, Yüce Allah tarafından en olması gereken ve en güzel şekilde yaratılmış olduğunu idrak ve kabul etmenin bir kulluk borcu olduğunu bir kez daha hatırlamamız gerekir.

“Hoştur bana senden gelen,
Ya hıl’at-ü yahut kefen,
Ya gonca gül yahut diken,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş”

felsefesiyle, İbrahim Hakkı Hazretleri bu durumu ne kadar güzel özetlemiştir. Gelin bizler de bu felsefeyi iyice idrak edelim ve hemen şimdi ellerimizi açıp Yüce Yaradanımıza hamd edelim! Yaptıkları davranış her ne olursa olsun, çocuklarımızın yanlış davranışları karşısında, olması gereken sabır, cesaret, metanet ve sağ duyuya sahip anne ve babalar olmanız dileklerimle...




ZULÜM İÇİNDE ADALET


Gerek hedeflerimiz, gerek hayatın getirdiği sıkıntılar ve gerekse benzeri sebeplerle, hepimiz hayat rüzgarı içerisinde sürüklenmeye devam etmekteyiz. Ancak kısa bir süre için de olsa bu akışın dışına çıkarak olayları şöylece kuşbakışı bir izleyelim istedik. Ve bakın neler ilişti gözümüze:

ZULÜM İÇİNDE ADALET

Özellikle son zamanlarda “Zulüm içinde adalet, adaletsizliktir” felsefesinin fazlaca değer görmekte ve uygulanmakta olduğunu müşahede etmekteyiz. Pek çokları bir atasözü, bir özdeyiş kabul edip hayatlarına yön verme hususunda ilke edinmişler bu sözü ve felsefeyi. Hatta bunun hadis olduğunu sananlar da var ne yazık ki. Aslında bu söz ne bir hadis, ne de bir atasözü. Sadece birilerinin ortaya koyduğu ve pek çoklarının da katıldığı bir görüş.

Bu görüşü açıklayabilmek için Atatürk’le ilgili şu anekdota bir göz atalım: Bağımsızlığımızın yeni elde edilmiş olduğu sıralarda, Atatürk’ün de bulunduğu bir tören esnasında kadının biri ısrarla Atatürk’e yaklaşıp “Kocamın Devlet Demir Yolları’na alınması için siz bu kuruluşa talimat vermiştiniz ama kocamı işe almamışlar” diyerek duruma müdahale etmesini talep eder. Atatürk ise kadının bu sözleri karşısında, “Yani benim önermeme rağmen işe almadılar öyle mi?” der ve etrafındakilere dönerek “Efendiler, işte Cumhuriyet rejiminden beklentimiz bu olmalıdır” diyerek, beklenenin aksine, kurumun yetkililerinin gösterdiği bu davranıştan büyük mutluluk duyduğunu ifade eder. Konumuz olan felsefi görüşe göre, Atatürk’ün buradaki cevabı “Zulüm içinde adalet”, diğer bir deyişle “Adaletsizlik” tir. Yani mevcut ortam zaten adaletsizliklerle dolu olduğundan bu adaletsizlik ortamı içerisinde büyük bir mevkiden, halkın normal hayat şartlarının daha üstünde bir taleple yardım istemek, son derece normal ve haklı bir davranış olarak adaleti talep etmek anlamına gelirken; bu talebin reddedilmesi ise adaletsizliğin ta kendisi olarak kabul edilmektedir.

Daha iyi anlaşılabilmesi için konuyu başka bir basit örnekle izah etmeye çalışacak olursak, bu zihniyete göre çevrenin kirletilmiş olduğu her hangi bir ortama giren bir şahıs bu kirli ortamı daha fazla kirletmeme gayreti gösterecek olursa çok yanlış ve adaletsizce bir davranış göstermiş olmakta, ortam zaten kirli olduğundan kirletmeye devam ettiği takdirde ise çok doğru ve adil bir davranış sergilemiş olmaktadır.

Günümüz sosyal hayatı içerisinde adaletsizlik ve dengesizliklerin had safhaya ulaşmış olması sebebiyle, örneklerle açıklamaya çalıştığımız “Zulüm içinde adalet, adaletsizliktir” felsefesi de bu felsefeyi benimseyenler açısından çok daha geçerli bir hal almıştır. Ancak felsefenin teferruatına inildiğinde sosyal yaşantımızın, bir zulüm ortamı haline gelmesindeki asıl etkenin de bu felsefenin benimsenmesi ve geniş çaplı olarak uygulanması olduğu anlaşılacaktır. Çünkü zulüm içinde adaleti “Adaletsizlik” kabul edenler pek tabidir ki zulüm içinde zulümü de “Adalet” olarak görmektedirler. Yani bu insanlara göre zulüm ortamı içinde zulüm yapmaya devam etmek, normal, mubah, gerekli ve adaletli bir davranıştır.

Aslında hemen hepimiz sosyal yaşantımızın çoğu aşamalarında ve büyük oranda, bu görüşe katılarak ya da katılmadan bu felsefeye destek vermekteyiz. Sosyal hayatımız, Atatürk’le ilgili anekdottaki kadının davranışına benzer şekilde iş ya da iş içi kadro durumu konularında torpil yaptırma gayretlerinden tutun da sosyal hayatın en önemsiz hususlarına varıncaya kadar hemen her aşamada, farkında olarak ya da olmayarak vermekte olduğumuz bu desteğin sayısız örnekleriyle doludur. Zaman gelir gittiğimiz bir hastanede, hemen her türlü işimizi halletmek için bir adamımızı bulmaya çalışırız, üstelik de kendi başımıza rahatça halledebileceğimiz işler olmasına rağmen. Zaman gelir, aynı maksadı paylaşan çok sayıda insanın uzun süre beklemiş oldukları bir halk otobüsüne binebilmek uğruna, adeta savaşırcasına birbirlerini nasıl ite kaka hareket ettiklerini görürüz, ve bu insanlardan biri de biz oluruz maalesef. Bazen insanların işlerini halledebilmek için, medeni bir şekilde sıraya girmiş olduklarını görür, ancak aynı sıranın sonuna geçmeyi kendimize yediremeyip büyük bahane ve gayretlerle öne geçmeye, ya da hiç olmazsa orta yerlerde bir yere girmeye çalışırız veya bu amacımızı gerçekleştirmemize aracı olacak birilerini arar gözümüz çevremizde. Bazen de çok ucuza satılıp kapışılmakta olan bir maldan, tükenmeden alabilmemiz için, müşterileri de satıcıyı da adeta ezer geçeriz, hele de arada çocuklar varsa onları belki görmeyiz bile.

Söz konusu olan zulüm ortamının, bu ve benzeri pek çok davranışımızın bileşkesinden oluştuğu ve bu davranışlarımızın devamıyla birlikte daha da zalimce bir hal almakta olduğu alenice ortadadır. “Zulüm içinde adalet, adaletsizliktir” fikrinin desteklendiği bu davranışlarla aslında sıradan insanları küçümser, ayıplar, aşağılarız da kendimiz büyük gayretler gösteririz onlarla eşdeğer pozisyonda kalmamak, daha farklı ve daha üstte olabilmek uğruna. Onlar bir gariban sınıfı, bir aşağı halk tabakası olur gözümüzde. Oysa en güzel makamlardan birinin, halktan hemen her ferdin yanında, onunla dert ortağı, kader arkadaşı, sırdaş, kardeş olabilecek derecede “Onun gibi” olabilmek olduğunu düşünemeyiz çoğu zaman. Bir Evliya Çelebi gibi, bir Yunus Emre gibi bunu düşünebilenlerin yaşantılarına da göz atmayız ne yazık ki.

“Halk içre bir ayineyim,
Herkes bakar, kendin görür!”

diyen Sevgili Yunus’un bu felsefesine hiç kulak asmayıp, bunun yerine “Zulüm içinde adalet, adaletsizliktir” düşüncesini benimser ve üstelik uygularız anlamadan, dinlemeden. Şairin;

“Harf harf yağdı ilim üzerimizden,
Kimimiz gül olduk kimimiz diken.”

diyerek anlattığı gibi tahsil dahi deva olmaz bu yanlış davranışlarımıza.

Ancak her zaman, her yerde ve her şartta doğruyu bulmanın bir yolu mutlaka olsa gerek. Bu yol herkes için farklı farklı olabilir belki, fakat sonuçta varılacak nokta aynı hedef olacaktır. Belki hemen her olayda kendimizi bir vicdan muhasebesine tabi tutarak, belki kendimizin karşı cenahta olduğumuzu düşünerek, belki düşünürün “Ben edebi edepsizden öğrendim” ifadesiyle anlatmaya çalıştığı şekilde başkalarının yanlış hareketlerinden ders çıkarıp bu çirkin hareketleri yapmayarak, belki de kendimize özgü daha farklı yöntemlerle ulaşabiliriz bu doğru davranış hedeflerine. Ama her şeyin başında iyiye ve doğruya ulaşmayı istemek, arzu etmek ve hedeflemek geldiğini; yanılmak isteyenin yanılmasına hiçbir engelin bulunmadığını; en büyüğünden en küçüğüne kadar hayatta karşılaşılan her bir olayın, çok çok büyük bir sınavın önemli puan değerlerine sahip soruları olduğunu ve bu sınavı düzenleyen tarafından her hangi bir dünyada hiç şüphesiz, mutlaka ve mutlaka değerlendirmeye alınacaklarını; bu sınavın değerlendirmesinde en küçük bir eksik, ihmal ya da hatanın söz konusu olmayacağını ve herkesin elde ettiği puan değerinin karşılığını mutlaka göreceğini asla ve asla unutmamak gerekiyor şüphesiz.

Büyüklü küçüklü milyarlarca dava ile inleyen bu dünyada, gerçek adaletin ne olduğunu iyi idrak etmiş, idrak ettiği ölçüde benimsemiş ve hayatının her bir anında şiar edinmiş; “Zulüm içinde adalet, gerçek adalettir” görüşüne sahip olarak gerçek adalete güç veren; zulüme düşman, adalete dost, gerçek bir “Adil” olmanız dileklerimle...

İNSANCILLIK


Gerek hedeflerimiz, gerek hayatın getirdiği sıkıntılar ve gerekse benzeri sebeplerle, hepimiz hayat rüzgarı içerisinde sürüklenmeye devam etmekteyiz. Ancak kısa bir süre için de olsa bu akışın dışına çıkarak olayları şöylece kuşbakışı bir izleyelim istedik. Ve bakın neler ilişti gözümüze:

İNSANCILLIK

Tüm dünyada sevgi ve hoşgörünün, adeta sembolü haline gelmiş olan Mevlana Hazretleriyle ilgili bir rivayete göre Mevlana’yı uzak diyarlardan bir başka şeyhin talebesi ziyaret eder. Genç talebe cahil, düşüncesiz ve kibirli bir karaktere sahiptir. Mevlana Hazretleri kendisine “Oralarda ne yapar, neyle meşgul olursunuz?” diye sual eder. Talebe, kendi anlayışına göre büyük fedakarlık ve rıza olarak yorumladığı davranışlarını “Ne yapalım bulamayınca sabrediyor, bulunca da yiyoruz.” ifadeleriyle özetler. Ve akabinde bu defa kendisi Mevlana Hazretleri’ne “Ya siz buralarda ne yapar, ne edersiniz?” diye sorar. Mevlana’nın cevabı hem çok düşündürücü, hem de gencin kibirli tavrı karşılığında ders verici niteliktedir: “Bağdat’ın köpekleri de bulamayınca sabretmek zorunda kalıyor, bulunca da yiyorlar. Biz ise bulamayınca sabrediyor, bulunca da dağıtıyoruz.”

Hemen hepimiz şu dünyanın ne kadar da yozlaştığından şikayet eder; gördüğümüz, yaşadığımız olayları anlatır dururuz birbirimize. Hep şikayetçi oluruz ama kimden ve neden şikayet etmekte olduğumuzu detayıyla tespit etmeyiz maalesef. Ya da etmek istemeyiz; kaçınır, korkar, çekiniriz bundan. Sanki insan üstü bir güç var üstümüzde ve bizi o şikayetçi olduğumuz hadiselere maruz bırakmakta. Ancak gerçekler böyle değil tabi. Tüm olayların odak noktasında bizler varız aslında. Toplumun en küçük yapı taşı olan insan var yani.

Şöylece oturup gerçekçi bir şekilde değerlendirsek, insan olarak bizleri farklı kılacak özelliklere sahip olmamız gerektiği sonucuna, zannediyorum hepimiz varabiliriz. Ama çoğu zaman ya da çoğumuz için bu felsefe hiç mi hiç icraata dönüşmez maalesef. Öyle yanlış davranışlarda bulunuruz ki bazen, bu davranışların ardından “İnsanız” diyebileceğimiz iradeyi bulup bulamayacağımız şüpheli hale gelir.

Zaman gelir sıkıntılı olduğu her halinden belli olan bir yabancıyla karşılaşır ama hiç dikkate almadan geçer gideriz yanından. Zaman gelir kendimiz tıka basa yiyip içerken, çöp kutusunun kenarında “Acaba temiz kalmış bir parçacık ekmek var mıdır?” düşüncesiyle gezinmekte olduğu, üzerindeki yırtık-pırtık elbiseleri, yüzünde-gözünde bulunan kir lekeleri gibi pek çok emareden belli olan garibane bir çocuğu görürüz de aynı yerde bir kedi ya da köpeği görmemiz halinde o hayvanlara göstereceğimiz sevgiyi dahi esirgeriz, göstermeyiz o çocuğa; hatta daha da öte biraz uzağından geçeriz kazara üzerindeki kirden bize de bulaşır endişesiyle. Normal zamanda, kendinden çok daha güçlü olan düşmanlarından deliler gibi kaçan bir hayvan, yavrusunu korumak söz konusu olduğunda aynı düşmanlarına o derece direnir ki sanki güçlü olan karşısındaki düşmanı değil de kendisidir. Bir hayvan dahi manevi bir bağı korumak için bu derece takdire şayan bir davranışı sergilerken, kendimizi ondan kat kat üstün, akıllı ve manevi değer sahibi kabul ettiğimiz bizler, yavrumuzu cami avlusuna bırakmaktan ve hatta çok daha kötü davranışlar sergilemekten maalesef çekinmeyiz. Bazen de alay ederiz içimizdeki bir deliyle, onunla alay etmenin aslında onu o halde yaratmayı kimbilir hangi hikmetle takdir etmiş olan Yüceler Yücesi Yaradan’la alay etmek olduğunu düşünemeden.

Bizden daha fazla zayıf veya mağdur durumda olanlara karşı sergilediğimiz bu yanlış davranış örneklerini istenildiği kadar çoğaltmak mümkün. Ancak bir de tersi konumdaki manzaraya bir göz atınca görürüz ki; ne zaman mağdur olan konumunda biz olsak; adaletin, insanlığın, medeniyetin en güzel biçimlerini hemen hatırlar ve yalnızca duygularımızla da olsa şiddetle talep ederiz birilerinden; neden bunların bize sağlanmadığından şikayetçi oluruz hemen.
“Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur,
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur;“
diyen Kanuni Sultan Süleyman’ın uyarısının önemini daha iyi anlarız. O an belki de dünyanın en adil, en inançlı, en sevgi dolu, en medeni insanı oluruz. Gücümüz olsa ve karşımızda bizim konumumuzda birileri olsa, onlara yardımcı olacağımıza dair neredeyse yemin bile ederiz kendi kendimize.

Hepimiz tüm bu yanlış davranışlarımızın farkındayız ve kendimizi hesaba çekmemiz gerektiğinin de bilincindeyiz aslında. Ancak ne zaman vicdanımız bizi bu konuda zorlayacak olsa ya bir gerekçeyle erteleriz, ya da bir bahane bulur vaz geçeriz kendimizle hesaplaşmaktan; korkarız, kaçarız adeta vicdanımızın sesinden. Acı gerçeklerden kaçar, süslü hayallerle avuturuz kendimizi. Oysa en acı gerçek, en güzel hayalden üstündür tabi ki.

Ne kadar kaçsak da vicdanımızın sesinden, hayatın acı gerçeklerinden kaçamayacağımız malum. Bu acı gerçekleri, tatlı gerçeklere dönüştürmenin vicdan muhasebesinden başka yolu olmadığı da açık. O halde gelin kaçmaktan vaz geçip bir an önce hesaplaşalım ve barışık olalım vicdanımızla. Sevgili Yunus Emre’nin,
“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.”
şeklinde özetlediği güzel felsefesini düstur edinelim hayatımızda. Ve son mısrasını düşünelim sık sık.

Yılların yaprak misali döküldüğü, sevginin eridiği, insanların öz değerlerini kaybettiği şu vefasız alemde; alnı açık, başı dik, göğsü kabarık bir şekilde, gönül rahatlığı içerisinde “İnsanım” diyebileceğiniz, insanlığını kaybetmemiş nadide kişilerden olmanız dileklerimle...