26.03.2009

GÖNÜL GÖZÜMÜZ VE GÖNÜL KAPILARIMIZ

Doğuştan görme özürlü olan adam zifiri karanlık bir gece yarısında, özründen dolayı kazanmış olduğu ezbere yol bulabilme yeteneğini kullanarak yürümeye devam ediyordu. Görme derecesi sıfır olduğu halde elinde yanmakta olan bir fener taşımaktaydı. Karşıdan gelmekte olan şahıs ile yüz yüze geldiklerinde, kendisini tanıyan bu şahıs, “Bre kör, sen zaten görmüyorsun ki, o fener ne işine yarayacak” demekten kendini alamamıştı. Bu ifade üzerine görme özürlü adamın cevabı düşündürücüydü: “”Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmezsem de onlar beni görsün ve böylelikle çarpışmamış olalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Yani asıl kör olan ben değilim, sensin.”

“Gönül gözü görmeyen,
Can gözünü neylesin”

demişler ya; hikayede de bu açıkça görülüyor. Denilebilir ki tüm olaylara ve tüm insanlara, sadece sahip olduğumuz vücut gözüyle bakıyor ve maneviyata karşı aslında kör olan bu gözlerle ya gerçekleri göremiyor ya da enteresan yanılgılar içerisine düşüyoruz.

Her insan iç dünyasında koca bir kainat barındırır. Ancak hiç kimse diğer kimselerin iç dünyasını yeterince görüp bilemez. Bunun iki temel sebebi vardır ki birisi başkalarının gönül kapılarını çalmamamız, diğeri ise çalanlara gönül kapımızı aralamamamızdır. Eğer çevremizde bulunanların gönül kapılarını çalmakta ihmalkar olmayıp ve hatta biraz da ısrarcı olabilseydik sevgili Yunus’un,

“Hakk bir gönül verdi bana,
Ha demeden hayran olur”

dediği gibi hayran olmayacağımız bir insan kalmazdı. Böylelikle yine Yunus’un,

“Yunus Emre der: Hoca,
İstersen bin var hacca,
Hepsinden iyice,
Bir gönüle girmektir.”

dizelerinde ifade ettiği şekilde en makbul ibadetlerden birisini de ifa etmiş olurduk.

Eğer girebilseydik karşımızdakinin gönül kapısından, dert ortağı olurduk onunla, dertleri paylaşır, paylaştıkça azaltırdık ve sevgileri paylaşır, paylaştıkça çoğaltırdık. Kırık kalplere derman olabilirdik belki. Belki onarabilirdik yıkılıp harap olmuş gönülleri. Böylelikle belki bizim gönüllerimiz de mutmain olurdu. Şairin

“Gönüller Kabe’dir, gir eyle tavaf,
Gönül alanların gönlü şad olur”

dediği gibi.

Zaten gerçek dostlukların kurulması da gönül ziyaretleriyle başlamıyor mu? İnsanların birbirlerinin gönüllerinde kurdukları sevgi köşkleriyle perçinleşmiyor mu gerçek dostluklar? Bu noktada yine sevgili Yunus Emre’nin,

“Ben gelmedim davi için,
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim.”

dizeleri geliyor hatırlara.

Birbirimize gönül ziyaretlerinde bulunmadığımız gibi zaman zaman tam tersini yapıp anlayıp dinlemeden kırmaktayız gönülleri. “Ben kainata sığmam ama insanın kalbine sığarım” diyen Yüce Allah’ın harab ederiz o güzel mekanını. Oysa,

“Kalbini geniş tut sıkma Seyrani,
Rıza-i Bari’den çıkma Seyrani,
Gönül Beytullah’tır yıkma Seyrani,
Elinden gelirse imaret eyle!”

dizeleriyle Aşık Seyrani bu konularda ne kadar da yerinde ikaz etmiş bizi. Yine şairin halka mal olmuş,

“Şu çeşme güzel çeşme, su içecek tası yok,
Kırma insan kalbini, yapacak ustası yok.”

dizeleri ne kadar doğru anlatıyor bu durumun vehametini.

Gönül kırmanın ne büyük külfetleri olacağını,

“Eğer gönül kırdın ise,
Bu kıldığın namaz değil.”

dizeleriyle ifade eden Sevgili Yunus, külfetin neden bu kadar büyük olduğunu da yine,

“Gönül Çalap’ın tahtı,
Çalap gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül kırdı ise.”

dizeleriyle açıklıyor bizlere.

Nice düşünürler, şairler, gönül insanları o kadar çok şeyler söylemişler ki gönül için anlatmakla bitmez. Ancak,

“Bilmeyen ne bilsin bizi,
Bilenlere selam olsun.”

misali anlayan için bu kadarı yeter de artar bile.

Hakkın yarattığı her canlıyı sevgiyle kucaklayabilmemiz, karşılaştığımız insanların gönül kapılarını çalabilmemiz, çalanlara gönül kapılarımızı açabilmemiz ve gönül gözü açık insanlar olabilmemiz dileklerimle…