27.10.2010

EDEB YÂ HÛ!


            Güzel ahlak, saygı, terbiye, hayâ, nezaket ya da daha geniş tarifiyle ruhun dine riayet eder yönde olması anlamlarına gelen Edeb, İslam’ın ve İslam Peygamberinin gönderilme gayesini teşkil eder. Resulullah (SAV) bir hadisinde “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmaktadır.
        

            Bir hadislerinde “Beni Rabbim edeblendirdi, ne güzel terbiye etti” buyuran Peygamber Efendimiz (SAV), müeddibinin Allah (CC) olması sebebiyle edebin zirve noktasındadır. Bu durum Yüce Allah (CC) tarafından Kur’an-ı Kerim’de de “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. (Ahzab–21)” şeklinde ifade edilmektedir. Hz. Aişe (RA) validemize “Resulullah (SAV)’in ahlakı nasıldı” diye sorulduğunda “Siz Kur’an okumuyor musunuz, O’nun ahlakı Kur’an’dı” buyurmuşlardır.


            Yüce İslam’ın ilk emri ilim öğrenmek olmasına rağmen, gönderilmesindeki gayenin “Ahlakı tamamlamak” olması, edebi ilimden önce gerekli kılar. Bu husus Yunus Emre’nin,

            “İlim meclislerinde aradım, kıldım talep,
            İlim geride kaldı, illa edeb, illa edeb.”

dizelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Yani edeb, ilimden de önce, manevi olgunluğun ilk şartını oluşturmaktadır. Yirmi sene boyunca İmam Malik Hazretleri’nin yanında bulunan Abdurrahman bin Kasım’ın, “Bu sürenin 18 senesini edeb, iki senesini de ilim öğrenmekle geçirdim; keşke hepsini Edeb öğrenmekle geçirseydim” sözleri çok düşündürücüdür. Anonim bir beyitte ise,

            “Edeb; ehl-i ilimden hâli olmaz,
            Edebsiz ilim okuyan, âlim olmaz.”

buyrulmakla, ilim inşası için edeb zeminine ihtiyaç bulunduğu anlaşılır.

            Hadis-i Şerif’te “Hiç bir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz” buyrulması ve yine başka bir hadiste “Utanmadıktan sonra dilediğini yap” buyruluyor olması maddi-manevi tüm değerler içerisinde en değerli olan ve her şeyden önce gelenin, ahlak yani edeb olduğunu gösterir. Tâbiînden Abdülmelik b. Ebû Süleyman (R.A.), bir gün meclisinde bulunanlara “Hiçbir güç sahibinin zorla elinizden alamayacağı şeyi kazanmaya çalışınız” demiş, “O nedir?” diye sorduklarında ise “Edep” cevabını vermişlerdir. 

            Edeb adeta ruhun örtüsü gibidir. Bir anonim beyitte,

            “Edebtir kişinin daim libası,
            Edebsiz insan üryana benzer”

buyrulurken bir başka beyitte ise,

            “Edeb bir tâc imiş nûr-î Hûda’ dan,
            Giy ol tâcı, emin ol her belâdan”

denilmekle edebin manevi koruyuculuk yönüne işaret edilmektedir.

            Edebin temel kaynağı olan Allah (CC) kelâmı Kur’an-ı Kerim, beyan ettiği esasların yanı sıra, “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz, anlamaz mısınız?” gibi ifadelerle de onu okuyanı tefekkür âlemine sevk etmektedir. Çünkü tefekkür âlemi, edebin inceliklerini kazandırmasının yanı sıra, insanın diğer canlılardan üstün olan düşünebilme melekesini de ortaya koyar. Hadis-i Şerif’te, manevi âlemle ilgili bir saat düşünmenin 70 yıl nafile ibadetten hayırlı olduğunun bildiriliyor olması, düşünmenin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Düşünmenin kıymetli olması, düşünenin de kıymetli olmasını sağlar. Bu itibarla tefekkür âleminde önemli derecelere ulaşmış olan Hz. Mevlâna gibi mânevi fikir adamlarına da “Düşünür” ünvanı verilmiş ve bu değerli şahsiyetler toplumların manevi önderleri olarak kabul ve değer görmüşlerdir.

            Bilhassa geçmişteki insanlar, ince düşünceleri sonucunda çok edebli söz ve davranışlar ortaya koyabilmişlerdir. Küfürlü ifadeler yerine dua ya da teselli içeren ifadeler kullanmak, kapıdan çıkarken arkasını dönmeyip geri geri çıkmak, gezerken yere yumuşak basıp ses çıkarmamaya çalışmak, söz kesmemek, sofrada önünden yemek, fısıltıyla ya da gizli konuşmalar yapmamak, büyük gelince ayağa kalkmak, misafire büyük hürmet göstermek, yiyeceğin kalitelisini ikram edip geri kalanla yetinmek, kimsenin karşısında yüz asmamak, kaba konuşmamak, yaradılanı yaradandan ötürü hoş görmek, kimseyi küçümsememek, kalp kırmamak, kapıdan yolcu edilen uzaklaşmadan kapıyı kapatmamak, kapı ve pencereleri çarpmadan yavaş ve saygılı bir şekilde kapatmak, çıkarılan elbise ve ayakkabıları düzenli bırakmak, konuşulan şahsın yüzüne bakmak, şahsî üzüntü ve sıkıntıları başkalarına yansıtmamak, başkalarının sahip olamadığı iyi durum ve nesnelerden onların yanında bahsetmemek, bir camia içerisinde daha huzurlu mekânları diğer kişilere tahsis etmek, hayvanlara şefkat ve merhamet ile davranmak, her türlü nesne ve gereçlere nazik davranmak, bitki ve çiçeklere canlılarmış gibi sevgi ve özenle davranmak, insanları üzecek şakalardan kaçınmak, yan yana geçilemeyecek yerlerde geçiş önceliğini yanındakine bırakmak, şahsen sahip olunan her türlü iyi imkân ve şartları en az bu ölçüde olmak üzere misafirlere de sağlamak gibi davranışlar bunlardan yalnızca bazılarıdır.

            Ancak tüm bu ve benzeri edebli davranışlardan da önde ve üstte olan bir düşünce ve davranış vardır ki bu davranış edebin zirvesini teşkil eder. İşte bu düşünce ve davranış, Yüceler Yücesi, Sultanlar Sultanı, kâinatın tek sahibi ve hâkimi, ezelden ebede bâki kalacak tek varlık, hiçbir şeye benzemeyen ve muhtaç olmayan, her şeyi görüp duyan ve bilen, her şeye gücü yeten ve her an bir şeyler yaratmaya devam eden Yüce Allah’ın, her ama her an huzurunda bulunulmakta olduğunun bilincinde olarak tüm söz, düşünce ve davranışları buna göre gerçekleştirmektir. Diğer bir deyişle Yüce Allah (CC)’ı görürcesine ve mümkün olduğunca O’na layık hareket etmek, O’nun görmekte ve izlemekte olduğunu hiçbir zaman unutmamaktır. Edebin bu zirve noktası, “Allah(CC)’ın huzurunda edeb gerekir” anlamında “Edeb Yâ Hû” tabiriyle günümüze kadar ifade edile gelmiştir. Allah (CC)’ın mevcut durumu görmekte olduğu hatırlatılarak insanların edebe yönelmesini sağlamak maksadıyla “Edeb Yâ Hû” ifadesi çoğu yerde yazılı olarak da bulundurulmaktadır.

            Büyük düşünür Hz. Mevlana, “Güzellik Mevlâ’nın lûtfudur, nurunun yansımasıdır; edeb ise kişinin gönül aynasıdır” der. Bu tarif gösterir ki, bir kişinin edebinin seviyesi, Yüce Allah (CC)’ın o kişi üzerindeki tecelliyatının derecesini gösterir. Resûlullah (SAV)’den sonra Evliyaullah’da görülen yüksek tecelliyat dereceleri, bu velilerden bir kısmını, Hallac-ı Mansur’da olduğu gibi “En-el Hakk (Ben Allah’ım)” diyebilecek derecede manevi sarhoşluğa sürükleyebilmiştir.

            Gönül aynalarımızın daima parlak olması ve Yüce Kur’an’ın doğrultusunda, Resûlullah (SAV)’in edebiyle edeblenebilmemiz temennilerimle… 

5.10.2010

GÜNEŞ VE RÜZGÂR


            Einstein tarafından ortaya konan E=mc2 formülü, kâinatta hayal dahi edilemeyecek büyüklükte bir enerjinin mevcut olduğunu gözler önüne sermektedir. Ancak teknolojik gelişmişliğiyle övünedurduğumuz çağımızda dahi bu enerjinin son derece az bir kısmını kullanabilmekteyiz. Hemen her konuda olduğu gibi enerji konusunda da taleplerin sınırsız, kullanılabilen kaynakların ise sınırlı olması, bizleri bu kaynakları verimli kullanmaya ya da diğer bir deyişle daha az kaynak ve enerjiyle daha çok iş yapabilmeye sevk etmektedir. Zaten tüm mühendislik alanlarının temelinde de bu mantık mevcuttur. Yani mühendislik sadece yeni teknolojik imkânlar tasarlamak değil, daha az enerjiyle daha fazla iş yapabilen ve enerjinin tümünü faydalanılacak işe dönüştürerek mümkün olan en yüksek verimle çalışabilen tasarımlar ortaya koyabilmektir. Daha az enerjiyle daha çok iş başarmaya çalışan tüm teknolojik ilimlerin ortak bir amacı da hiç şüphesiz, mevcut olmasına rağmen kullanılamayan enerji kaynaklarını kullanılabilir hale getirmektir ya da böyle olmalıdır.

            Kâinatta mevcut olan enerjinin neredeyse tamamına yakın bir kısmının kullanılamıyor olmasının elbette ki çok geçerli sebepleri vardır. Bu sebeplerden bir kısmı; gök cisimlerinden dünyaya henüz enerji aktarılamaması, dünyadaki su kaynaklarının hızla azalması ve bu sebeple suyun daha çok hayatın idamesi için kullanılır hale gelmiş olması, yer altı kaynaklarını araştırma ve bu kaynaklara ulaşma imkânlarının hâlâ daha çok kısıtlı olması şeklinde sayılabilir.

            Belirtilen bu engelleri aşabilmek tabi ki kolay değildir. Ancak kâinatta iki enerji çeşidi vardır ki bu enerji kaynaklarına ulaşabilmenin hiç ama hiçbir engeli yoktur. Hatta kâinatın kuruluşundan beri bu enerjiler insanların saçlarını okşamakta, gözlerinin nuru olmaktadır. Fakat maalesef teknoloji çağı diye de anılan günümüzde dahi bu güzide enerji kaynaklarına, yani Rüzgâr ve Güneş enerjisi kaynaklarına yeterince özen gösterilmemektedir. Söz konusu enerjiler, her gün tüm kâinata yayılmalarına ve bu kaynaklardan faydalanabilmenin teknik yöntemleri biliniyor olmasına rağmen, bu büyük enerjiler, yeterince değerlendirilememeleri sebebiyle, heba olup, zayi olup gitmekteler.

            Rüzgâr enerjisi ve güneş ya da daha doğru bir ifadeyle ışık enerjisi kaynaklarına ulaşmanın, bir gayret gerektirmemesinin yanı sıra bu enerji kaynaklarının hiçbir atık madde sorunu ve çevreye zararlı etkisi de bulunmamaktadır. Işık ve rüzgâr enerjilerinin kullanılabilir hale gelmesi için gerekli olan tesislerin, zaman içerisinde tabiat şartları sebebiyle maruz kaldıkları yıpranmaların haricinde bir bakım gereksinimleri de kısa vadede neredeyse yok gibidir. Kurulacak uygun düzeneklerle bu iki enerji kaynağı beraberce de depolanabilmekte, böylelikle birbirlerini destekler tarzda çok daha tasarruflu ve verimli sonuçlar oluşturulabilmektedir. Rüzgâr ve ışık enerjilerinin, kurulan düzeneklerle ilk etapta elektrik enerjisine dönüştürülebilmesi, daha sonra gerekecek olan enerji dönüşümü işlemlerini daha da kolaylaştırmaktadır. Yakın zamana kadar, ancak hesap makinesi, oyuncak gibi cihazların enerjilerini karşılayabilen ışık enerjisi düzenekleri, son zamanlarda hayli geliştirilmiş ve artık geniş çaplı olarak tesis edilmeleri şartıyla yerleşim bölgelerinin enerji ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilir hale gelebilmiştir. Yeryüzündeki dağ ve tepe gibi coğrafi yer şekillerinin özellikle yüksek kesimlerine kurulması gereken rüzgâr ve ışık enerjisi tesislerinin kurulması aşamasında bu yüksek arazı bölgelerinin genellikle sahipsiz boş arazilerden ibaret olması, arazi mülkiyeti gibi sorunların yaşanma ihtimalini de ortadan kaldırır. Bunun yanı sıra bu iki enerji kaynağının kullanılabilmesi aşamasında kurulması gereken tesislerin verimli çalışmaları için benzer coğrafi bölgelere kurulmayı gerektiriyor olmaları, bu enerjilerin birlikte depolanmaları aşamasında çok önemli bir avantajdır. Işık ve rüzgâr enerjisi kullanımı için daha başka avantajlar da sayılabilir.

            Bunca avantaj sunan bu iki enerjinin kullanımını yaygınlaştırmak, teknik insanlar için bir araştırma-geliştirme görevi teşkil etmesinin yanı sıra, devletler için de bir enerji politikası konusu oluşturmalıdır. Güneş ve rüzgâr enerjisi tekniği üzerine yapılmakta olan araştırma ve geliştirme çalışmalarının yanı sıra, tüm teknolojik araştırma, geliştirme ve benzeri çalışmalar, izlenecek devlet politikaları ile gerek maddi, gerek manevi açıdan, mutlaka olması gereken ölçüde desteklenmelidir. Kitlesel büyük çaplı enerji ihtiyaçları içinse, bölgesel güneş ve rüzgâr enerjisi santralleri, devlet aracılığıyla kurulmalı ya da kurdurulmalıdır.

            Enerji dolu güzel günler dileğiyle…