16.05.2007

İNSANCILLIK


Gerek hedeflerimiz, gerek hayatın getirdiği sıkıntılar ve gerekse benzeri sebeplerle, hepimiz hayat rüzgarı içerisinde sürüklenmeye devam etmekteyiz. Ancak kısa bir süre için de olsa bu akışın dışına çıkarak olayları şöylece kuşbakışı bir izleyelim istedik. Ve bakın neler ilişti gözümüze:

İNSANCILLIK

Tüm dünyada sevgi ve hoşgörünün, adeta sembolü haline gelmiş olan Mevlana Hazretleriyle ilgili bir rivayete göre Mevlana’yı uzak diyarlardan bir başka şeyhin talebesi ziyaret eder. Genç talebe cahil, düşüncesiz ve kibirli bir karaktere sahiptir. Mevlana Hazretleri kendisine “Oralarda ne yapar, neyle meşgul olursunuz?” diye sual eder. Talebe, kendi anlayışına göre büyük fedakarlık ve rıza olarak yorumladığı davranışlarını “Ne yapalım bulamayınca sabrediyor, bulunca da yiyoruz.” ifadeleriyle özetler. Ve akabinde bu defa kendisi Mevlana Hazretleri’ne “Ya siz buralarda ne yapar, ne edersiniz?” diye sorar. Mevlana’nın cevabı hem çok düşündürücü, hem de gencin kibirli tavrı karşılığında ders verici niteliktedir: “Bağdat’ın köpekleri de bulamayınca sabretmek zorunda kalıyor, bulunca da yiyorlar. Biz ise bulamayınca sabrediyor, bulunca da dağıtıyoruz.”

Hemen hepimiz şu dünyanın ne kadar da yozlaştığından şikayet eder; gördüğümüz, yaşadığımız olayları anlatır dururuz birbirimize. Hep şikayetçi oluruz ama kimden ve neden şikayet etmekte olduğumuzu detayıyla tespit etmeyiz maalesef. Ya da etmek istemeyiz; kaçınır, korkar, çekiniriz bundan. Sanki insan üstü bir güç var üstümüzde ve bizi o şikayetçi olduğumuz hadiselere maruz bırakmakta. Ancak gerçekler böyle değil tabi. Tüm olayların odak noktasında bizler varız aslında. Toplumun en küçük yapı taşı olan insan var yani.

Şöylece oturup gerçekçi bir şekilde değerlendirsek, insan olarak bizleri farklı kılacak özelliklere sahip olmamız gerektiği sonucuna, zannediyorum hepimiz varabiliriz. Ama çoğu zaman ya da çoğumuz için bu felsefe hiç mi hiç icraata dönüşmez maalesef. Öyle yanlış davranışlarda bulunuruz ki bazen, bu davranışların ardından “İnsanız” diyebileceğimiz iradeyi bulup bulamayacağımız şüpheli hale gelir.

Zaman gelir sıkıntılı olduğu her halinden belli olan bir yabancıyla karşılaşır ama hiç dikkate almadan geçer gideriz yanından. Zaman gelir kendimiz tıka basa yiyip içerken, çöp kutusunun kenarında “Acaba temiz kalmış bir parçacık ekmek var mıdır?” düşüncesiyle gezinmekte olduğu, üzerindeki yırtık-pırtık elbiseleri, yüzünde-gözünde bulunan kir lekeleri gibi pek çok emareden belli olan garibane bir çocuğu görürüz de aynı yerde bir kedi ya da köpeği görmemiz halinde o hayvanlara göstereceğimiz sevgiyi dahi esirgeriz, göstermeyiz o çocuğa; hatta daha da öte biraz uzağından geçeriz kazara üzerindeki kirden bize de bulaşır endişesiyle. Normal zamanda, kendinden çok daha güçlü olan düşmanlarından deliler gibi kaçan bir hayvan, yavrusunu korumak söz konusu olduğunda aynı düşmanlarına o derece direnir ki sanki güçlü olan karşısındaki düşmanı değil de kendisidir. Bir hayvan dahi manevi bir bağı korumak için bu derece takdire şayan bir davranışı sergilerken, kendimizi ondan kat kat üstün, akıllı ve manevi değer sahibi kabul ettiğimiz bizler, yavrumuzu cami avlusuna bırakmaktan ve hatta çok daha kötü davranışlar sergilemekten maalesef çekinmeyiz. Bazen de alay ederiz içimizdeki bir deliyle, onunla alay etmenin aslında onu o halde yaratmayı kimbilir hangi hikmetle takdir etmiş olan Yüceler Yücesi Yaradan’la alay etmek olduğunu düşünemeden.

Bizden daha fazla zayıf veya mağdur durumda olanlara karşı sergilediğimiz bu yanlış davranış örneklerini istenildiği kadar çoğaltmak mümkün. Ancak bir de tersi konumdaki manzaraya bir göz atınca görürüz ki; ne zaman mağdur olan konumunda biz olsak; adaletin, insanlığın, medeniyetin en güzel biçimlerini hemen hatırlar ve yalnızca duygularımızla da olsa şiddetle talep ederiz birilerinden; neden bunların bize sağlanmadığından şikayetçi oluruz hemen.
“Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur,
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur;“
diyen Kanuni Sultan Süleyman’ın uyarısının önemini daha iyi anlarız. O an belki de dünyanın en adil, en inançlı, en sevgi dolu, en medeni insanı oluruz. Gücümüz olsa ve karşımızda bizim konumumuzda birileri olsa, onlara yardımcı olacağımıza dair neredeyse yemin bile ederiz kendi kendimize.

Hepimiz tüm bu yanlış davranışlarımızın farkındayız ve kendimizi hesaba çekmemiz gerektiğinin de bilincindeyiz aslında. Ancak ne zaman vicdanımız bizi bu konuda zorlayacak olsa ya bir gerekçeyle erteleriz, ya da bir bahane bulur vaz geçeriz kendimizle hesaplaşmaktan; korkarız, kaçarız adeta vicdanımızın sesinden. Acı gerçeklerden kaçar, süslü hayallerle avuturuz kendimizi. Oysa en acı gerçek, en güzel hayalden üstündür tabi ki.

Ne kadar kaçsak da vicdanımızın sesinden, hayatın acı gerçeklerinden kaçamayacağımız malum. Bu acı gerçekleri, tatlı gerçeklere dönüştürmenin vicdan muhasebesinden başka yolu olmadığı da açık. O halde gelin kaçmaktan vaz geçip bir an önce hesaplaşalım ve barışık olalım vicdanımızla. Sevgili Yunus Emre’nin,
“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.”
şeklinde özetlediği güzel felsefesini düstur edinelim hayatımızda. Ve son mısrasını düşünelim sık sık.

Yılların yaprak misali döküldüğü, sevginin eridiği, insanların öz değerlerini kaybettiği şu vefasız alemde; alnı açık, başı dik, göğsü kabarık bir şekilde, gönül rahatlığı içerisinde “İnsanım” diyebileceğiniz, insanlığını kaybetmemiş nadide kişilerden olmanız dileklerimle...

1 yorum: